Uzun bir zaman sonra bloğa yazı giriyorum. Aslında ne seyahatler bitti ne de kelimeler. Sadece gezi yazıları yerini başka yazılara bıraktı. Covid bir yandan yaşamımızı kesintiye uğratıp yeni bir takım alışkanlıkları günlük rutinimiz içinde normalleştirmeye çalışırken bir yandan da evde kaldığımız bu zorunlu süreç başka yaratıcı faaliyetlerin de yeşermesine zemin oluşturdu işte. (Cümle çok uzun oldu ama silemeyeceğim, zaten Ela uyuduğu için karanlık bir odada sadece PC ‘nin ışığında yazıyorum.) Neyse, ne diyorduk? İlk defa seyahat sırasında hem gezip hem de yazmayı deneyeceğim. Bu aslında detayları ve duyguyu daha gerçek, daha taze aktarmak için iyi bir yöntem olabilir ama zamansal bir baskı yaratırsa “aman deneysel olarak kalsın,” diyeceğim. Üstümüzde zamansal baskı yaratacak ilave bir şeye gerek yok. Cunda’ya ben yıllar önce gelmiştim. O zamanlar tabelalar bile daha çocuktu. Sarıdan kahveye henüz dönmemişlerdi. Yaz sıcağını, deniz tatilini sevmediğimiz ve henüz deniz diye tutturacak çoluk çocuk da olmadığı için Kaş, Datça, Efes, Cunda, Göcek… Hep montlarla gezdik.
Cunda benim aklımda Taş Kahve’de tahta iskemleleri denize doğru çevirip “bi sade kahve” içimi oturduğum samimi haliyle kalmış. Keşke de öyle kalsaymış. Cunda, Bodrum’da en nefret ettiğim yerlere dönüşmüş. Bodrum’un şu sonradan yapılan marinalarla süslenen, İstanbul özentisi ve İstanbul’dan çok iyi bildiğiniz markalarla insanı bombardıman eden yerleri vardır ya işte öyle bir şeye dönüşmüş. Görgüsüzlük, tıkışmışlık, özenti, rant bu güzel adayı covid gibi sarmış, her yere bulaşmış… Diyecek fazla bir şey en azından bana bırakmamış. Elbette pek çok seyahat bloğunda Cunda’da ne yapılır, ne alınır, ne yenir, nerede denize girilir, okuyup tavsiye alacaksınız. Ama ben kendim memnun olup size de önerebileceğim pek bir şey bulamadım açıkçası.
Neden oraya gittin, hiç mi son haline bakmadın diye merak edenler olabilir. Orada Sobe diye bir butik otelde kalıp ve mutlu ayrılan bir tanıdığımız aklıma soktu Cunda’yı. Sobe 12 yaş altı çocuk kabul etmediği için çocuk denen varlık da bir evcil hayvan olmadığı için oteli listemden eledim. Eski bir taş ev kiraladım. Rumlardan kalma. Mutfağı girişten bir iki basamak inince, tavanı alçak, küçük, serin, tek kusuru avlusu ya da minik bir bahçesi olmaması olan taş ev. Biraz da bu deneyimi yaşamak istedik açıkçası. Güzeldi de. Yani ev kısmı. Burayı kiraladığımız dostumuz, Cunda’da Yundantik Otel’in de sahibi. Bize sıcak bir ev sahipliği yaptı. Otelinin, içinde zeytin ağacı bulunan avlusu sanırım Cunda’nın en sakin ve huzurlu yeri olabilir.
Eve eşyalarımızı atıp önce eski anıları yeniden canlandırmak ve çocuklara bir dondurma ısmarlamak için çarşıya koştum. Taş Kahve’yi bulamadım desem belki benim dikkatsizliğime bağlayabilirsiniz. Fakat eski halini anımsayanlar bugün marka pastane zincirleri gibi masalar, şemsiyeler, ruhsuz sandalyelerle tıkış tıkış doldurulmuş halini görseler bulamadık deyip geçmeyi tercih ederlerdi belki de. O an sıcaktan ya da şeker isteğinden sanırım, ayak üstü yediğimiz sakızlı ve karadutlu dondurmayı sevdik. O kadar… Cunda’yla olan ilişkimiz bu kadar. Onun dışında ada içinde Cunda’da şu yenir ve yiyin denen yerlerin hiçbirinde bir şey yiyemedik. Burnumuz büyük diye değil, kalabalıktan. Bir akşam gece saat 22.00 yemek saatimiz kaçmış, açız. Elimizde bir iki öneri var. Öyle balıkçı falan da değil hani. Uno isminde bir pizzacı ve L’arancia adlı dünya mutfağı. Biri hiç yer yok dedi diğeri daha insaflı davrandı 50 dakika sonra gelirseniz yer olacak dedi. ( Bunu söylediğinde saat 22.00’ydi ) Biz de önünden ilk geçtiğimiz esnaf lokantasına covid movid demeden daldık. Öyle bir yere daldık ki dik otursak arkamızdaki masada oturanla, sırt sırta bir samimiyetle yemek yiyecektik. O kadar iç içe bir kalabalıktan söz ediyorum yani.
Peki dört gün Ayvalık’ta ne yaptık? Bıyıklı Beach’ten başlayalım. Bir gün buradan denize girdik. Denizi fena değil, iskeleden ya da az taşlık olan kıyıdan girebiliyorsunuz. Ama yolu fena. Toz duman içinde kalarak toprak bir yoldan yaklaşık 10-15 km civarı bir yol gitmek zorundasınız. Bayram fiyatı olarak öncesinde 35 tl olan şezlong-şemsiye ücretini 50 tl yapmışlardı.(2020-8.ay) Ayvalık tostu yedik. Yemekleri hakkında yorum yapamayacağım ama tostunu sevdik.
İkinci gün çocuklarla Altınova sahilinden denize girdik. Burası en azından turistik bağrıştan uzak, yazlıkçıların tercih ettiği bir yer. Zaten civarda bir sürü halk plajı var. Kendine ait şezlongunu şemsiyesini alan oturuyor. Kiralamak isterseniz de 20 tl civarı bir ücreti var. İşletmeler de genelde makul fiyatlarla servis veriyor. Altınova’da, sahilinde akşam üzeri yürüyebileceğiniz, denizi seyredeceğiniz, dondurma yiyebileceğiniz dükkanların da bulunduğu, sahile paralel uzanan kısa bir yürüyüş yolu var.
Yolun kara tarafında çay bahçeleri, salaş balıkçılar ve sol tarafında da bir sürü balıkçı tekneleri var. Biz burada vakit geçirmeyi çok sevdik. Kalabalık ve gösterişten uzak mütevazi bir yer olarak öneririm.
Üçüncü gün çocuklarla Maden Adasına gitmeye karar verdik. Biraz macera sevdiğimiz için biraz da insansız bir alan bulabilmek için bu planı yaptık. Bıyıklı’ya gider gibi aynı yoldan gittik ve sonrasında daha da kötü ve çukurlar içinde bir yolu, arabamıza zarar gelmesin diye neredeyse yürüyüş
hızında alarak bitirdik. Yolun bittiği yerde ikinci etap başlıyor. O da işin keyifli kısmı olan deniz yolu. Bizim dışımızda yürüyen bir kimse olmadığı için yola dair bir fikrimiz de yoktu. Bu yüzden yanımıza telefon alsak mı, boyumuzu geçer mi, terliklerimizle mi yürüsek, kestaneler varmış dikkat edelim gibi tereddütler eşliğinde nefis bir maceraya atıldık. Yol harika. Sürekli ayak bileğiniz ya da dizinizde gidiyor. Adaya varmanıza 20-30 adım kala derinleşiyor ve orada da ellerinizdeki eşyaları havada tutarak telefon dahil ne var ne yok ıslatmadan varmanız mümkün. Deniz pırıl pırıl. Balıklarla birlikte yüzebilirsiniz. Buranın keyfini yaşadık.
Dönüşte aynı yolu aldıktan sonra karşımıza çıkan balıkçı barınağı ödül gibi oldu. Mercan balığı sipariş ettik. Adı gibi bir yer. Masa falan yok. Yani var da iki tane. Ama balığı ve salatası muhteşem. Fiyatı da… Ayvalık’ın içinde Güler Tatlıhanesi var. Biliyorsunuzdur mutlaka. Biz de diğer bloklardan okuduk ve gittik. Lor peynirli tatlısı gerçekten nefis. Yanında sakızlı dondurma eşliğinde yedik. Ayrıca lor peynirli kurabiyeleri ve damla sakızlı kurabiyelerini de tavsiye ederim. Cunda’daki her blogda kaşımıza çıkan Karadeniz Pastahanesini de denedik. Lor peynirli kurabiyede bence açık ara Güler daha iyi.
Bunlar dışında Pinacunda diye el yapımı ürünler satan bir dükkan hoşuma gitti Çantalar, sepetler, peştemaller hepsi kendi zevk ve emeğinin ürünü olan şeyler satan bu dükkanı sevdik.
Bunlarda İlginizi Çekebilir
Son Yorumlar