Bloğumu okuyanlar yada yakın çevrem, Muhteşem Beşli’nin kim olduğunu ve hayatımdaki önemini iyi bilir. Arkadaş, dost falan, o kavramları geçiniz. Beni kesmez. Onlar benim nefesim. Hayatın yükünü hafifletenlerim. Daha çok yazarım ama kızarlar. Duygusala bağlamaya gerek yok. Duygusal lafları erkekleri söylesin onlara. Ben yine alıştırdığım şekilde, öyküyü anlatmaya başlayayım.
Her yıl Nisan-Mayıs aylarındaki yurt dışı seyahatlerimiz çok güzel ama arası uzun. O kadar eğlenceli geziler için bir yıl beklemek, bu kısa hayat için fazla uzun bir süre. Ne yapalım? Başta kendi memleketlerimiz olmak üzere yurdumuzu da karış karış gezelim dedik. Hem ekonomik, hem de ekstra izin almadan hafta sonuna sığar.
Bu kararı alınca Bilge-Tokat, Ben-İzmit, Gamze-Trabzon, Rus olduğunu iddia eden Sinem ve Niğde-İnci olmak üzere yer planlamaya çalıştık. Ancak bunların hiçbirinde uzlaşamayınca, ”- Haydi, ilk hedef Antep olsun ! ” dedik. Dediğimiz dakika İnci biletleri kesti 🙂
Cumartesi sabah 7.00 de, Sabiha’da buluşmak üzere yollara döküldük. Rötarsız bir yolculuğun ardından Antep’e vardık ve aracımızı teslim aldık. En ekonomik model, manuel vites bir araç kiraladık.
Akşam Gazetesinde, 2 gün boyunca Antep’in mutfağını anlatan kardeşim Bilal’e, buradan öpücükler gönderiyorum. Yola çıkmadan önceki hafta bize gelip tek tek nerelerde ne yememiz gerektiğini yazdırdı. Her dediği yerden de keyifle ayrıldık..
İlk durak Metanet Lokantası
Antep’de kahvaltı demek ya Beyran çorbası yada Katmer demek. Öyle yağda yumurta, sucuk falan arıyorsanız (Gamze gibi) boşuna aramayın. Çorba konusunda ön yargılı bir şekilde gidildi Metanet’e. Benim için hedef belliydi. O çorba içilecek ve sizin için bloğa yazılacak. Gamze ve Sinem’e dedik ki, beğenmezseniz çorba içmez katmer yersiniz 🙂 Dükkan eski çarşının içinde. Kapıdan girince hemen sağda, yemeğin hazırlanışı gözünüzün önünde oluyor. Ben çorba içmezseniz etli pilav yersiniz diye öneri getirirken baktım ki benim etli pilav sandığım şey, çorbanın finalden bir önceki aşamasıymış. Siparişi verdikten hemen sonra ustanın yanına tarif almaya gittik. Et, kemikli kuzu eti. Geceden kısık ateşte tam 12 saat, yani sabaha kadar pişiyormuş.
Tahmin ettiğiniz gibi o et, iliklerinden sıyrılıp, liğme liğme oluyor. Pilav ise yağsız ve tuzsuz pişirilen lapa diyebileceğimiz bir pilav. Kullanılan yağ sade yağ denen, tereyağının köpüğü ve suyunun alınmış hali. (tereyağının %5-7 oranında olan sudan arıtılmış hali) Neyse, bakır sahanın dibine bu yağı koyup elleri ile iyice bastırıyorlar, sonrasında bu yağ ateşin üzerinde kızdırılıyor, hatta biraz yakılıyor. Üzerine pilav, üzerine et konuyor. Diğer tarafta fokur fokur kaynayan et suyu, kepçe ile bu etli pilavın üzerine dökülüyor, üzerine bir kaşık pul biber ve sarımsak. Olay bu. Lezzet şahane. Çorbanın pilavını, etini, suyunu yani ne var ne yoksa silip süpürdük. 14 tl fiyatı. Yanında sıcak pide ve limon ile servis ediliyor. Hepimiz bu lezzete bayıldık. Gezinin amacı yemek olunca fazla oyalanmadan yola devam.
Katmerci Zekeriya Usta
Bakırcılar Çarşısı’nın içinden şöyle bir geçtik. Biraz bakındık. Bunu özellikle yazıyorum ki yemek aralarımızın ne kadar kısa olduğu hakkında bir fikir verebileyim 🙂
Katmercinin yeri, trafik olmayan bir sokak üzerinde. Zaten sokağın bir tarafına merdivenle inildiği için, bir nevi çıkmaz sokak. Sokağın ortasına da masaları kurmuşlar. Ben geldiğimde Muhteşemler, bir ciğercinin önünde oturuyorlardı. ”-Hani katmer yiyecektik? ” diye yanlarına yanaştım. ”-Evet siparişi verdik.” dediler. Masaların hangi dükkanın önünde olduğunun bir öneminin bulunmadığını, bu vesile ile öğrendim. Ancak katmer siparişi verip, ciğercinin önündeki boş masaya oturunca, Sinem’in de haklı olarak canı ciğer çekmiş. Tabiki ortaya bir ciğer söylemeyi ihmal etmemiş. Katmerden önce ciğer geldi, bol soğanlı, pul biberli. Bir savaş halinde, sanırım yarım dakika içinde ciğer bitti. Tadı da damakta kalan cinsten bir şeydi. Ama biz tadın damakta kalmasını seven bir grup değiliz. O tada iyice doymak lazım. Bu durumda, son ciğeri çatalına alan, anında ikinci ciğeri sipariş etti. Bu arada katmerler geldi. Katmerlerden birini hızla yedik ki ikinci ciğer geldi. Ciğer ve katmeri siz siz olun bizim gibi , bir ciğer-bir katmer şeklinde yemeyin. Aç gözlü bir güdü ile tatları karıştırmaya gerek yok. Ama ben, hayatını tatlıya adamış biri olarak, size diyebilirim ki baklava, maklava hikaye. Katmer gibisi yok. O kadar hafif ki ciğeri bile hafifletiyor 🙂 Bu arada katmer 14 tl.
Sokaktaki esnaf ile sohbet muhabbet derken masayı sildik süpürdük. Sıradaki gelsin.
Tahmis Kahvesi
1.5 saat gibi kısa bir süreye sığdırdığımız yemekleri, yukarıda okudunuz. Öğlen ve akşam yemeği yiyeceğimiz yerleri daha İstanbul’dan planlamıştık. O öğünlere hazır olabilmek için biraz kahveye ve biraz yürümeye ihtiyacımız vardı. 1635 yılından bu yana Tahmis’de kahve piştiğini duyunca şaşırdık tabiki. Ben hayatımda böyle kahveci görmedim. Kapıdan girdik, içerisi çift katlı ve büyük bir yer olmasına rağmen yer yok. Kapının hemen girişine oturabildik. Duvarda Atatürk’ün dev bir çerçeve içindeki nüfus cüzdanını görmek hepimizi mutlu etti. Derken içeri nereden girdiğini anlayamadığımız kadar hızlı bir şekilde, çalgıcılar girdi. Ortam aniden değişti 🙂 Nasıl bir kahveye döndü gözünüzde canlandırın. Çalgıcılar hangi masanın önündeyse, millet alkışlarla göbek atıyor. Biz de eksik kalmadık elbette.
Kahveden çıktıktan sonra, çarşıdan alışveriş yaptık. Aslında tek bir dükkana girip, fıstık, salça, pul biber, cevizli sucuk, kuru üzüm, nar ekşisi….bir çok şey aldık. Bu bir taraftan vakit kazanmak açısından güzel oldu. Dükkanda halimiz evlere şenlikti. Her kafadan bir ses çıkıyor, birimiz tezgahın arkasında paket yaparken, ben bankacı olarak, POS ‘un başında, kartlardan paraları çekiyordum. Bir ara dükkanın sahibine, ”-Sen bizi bilmezsin ama biz İstanbul’da çok meşhuruz, Muhteşem Beşli bizim adımız ” dedik. Adam, ”-siz şu Antep’de iki saat daha kalın, asıl burada çok meşhur olacaksınız” dediğinde doğru esnaftan alış veriş yaptığımızı anladık 🙂
Zeugma Müzesi
Kahvenin ardından Zeugma Müzesinin yolunu tuttuk. Antep’in merkezine çok yakındaki bu müze, dünyadaki belli başlı müzeleri ile yarışır güzellikte. Fırat ırmağının en kolay geçit verdiği yerde kurulan şehir, iki kıyıyı birleştiren köprünün yapımı ile ticaret merkezi durumuna gelmiş. Zeugma’da aslında bu anlama geliyormuş. (Köprübaşı) Müzenin hemen girişinde, yaklaşık 10-15 dakika süren, antik şehrin tarihini ve kazı çalışmalarının nasıl yapıldığını anlatan bir video izleyeceksiniz. 20.000 dönüm gibi bir alana kurulan kentin yaklaşık %20 si, Birecik Barajının yapılması ile sular altında kalmış. Ancak o zamana kadar dünyanın bir çok yerinden gelen arkeoloji ekiplerinin yaptığı çalışmalar ile yer altından çıkartılan mozaikler, bugüne kadar bütün güzelliğini koruyarak gelmiş. Mozaiklerin yanısıra Mars Heykeli de bütün ihtişamı ile müzeyi süslüyor.
Kebapçı Halil Usta
Müzenin çok yakınında, arka paralel caddesini kesen bir sokakta, Küşlemeci Halil Usta var. Burası 1972 yılında kurulmuş. Ailenin eskiden gelen mesleği kasaplık. Koyun etinden hazırlanan kebaplar, bakır ve çukur kaselerde servis ediliyor. Oturur oturmaz aynı kaplarda salataları geliyor. O ana kadar Gaziantep’de kalmayı ve akşam da Beyaz Han’da yemek yemeyi planladığımız için Halil Usta’da çok fazla yemek yemek istemedik. Ama aniden bütün planlar değişti. Saat sanırım 17.00 olmuştu. Burada yapacak bir şey kalmadı dedi birimiz. Peki ne yapsak? Bu akşamdan Urfa’ya gidelim. Kaç km? Antep’teki otelin parasını ödedik mi? Urfa’da bir otel ayarlayalım. Bütün bu muhabbet 10 yada 15 dakika içinde yapıldı ve karara varıldı.
Bilge bir iki telefon görüşmesi yaparak, hem oteli hem de akşam katılacağımız sıra gecesini ayarladı. Ve biz bir son dakika değişikliği ile Urfa’ya gitmek üzere yola koyulduk. Hatta yolda, Adıyaman tabelasını görünce heyecanlanarak güneşin doğuşunu da Nemrut’ta karşılayalım dedik 🙂
Eski gezilerin anıları, dedikodular ve şarkılar eşliğinde nasıl geçtiğini anlamadığımız bir yolculukla Urfa’ya giriş yaptık. Otelimiz Balıklı Göl’ün hemen arka tarafındaydı. Bu geziye çıkarken aklımızda Urfa yoktu. Urfa benim için her zaman çok özeldir. Daha önce 2 defa gittim. Kapaklı Köyü ile, oradaki ilkokul vasıtası ile tanıştık. Bu okul, diğer gidişlere de vesile oldu. Urfa’da, tabiki eski Urfa’da, çok mistik bir hava vardır. Balıklı Göl ve çevresindeki park, insana huzur verir. Vardığımızda güzel bir yağmur yağıyordu. Biraz ıslanarak da olsa Balıklı Göl’e geldik. Başımıza yazmaları Urfa tarzı bağlatarak, önce bir poz verdik. Ailelere gönderdiğimiz fotoğraflar ile onları da şaşırttık. Otele yerleşip bir duş alıp dinlendik. Sıra gecesine, otelde gitmeye karar vermiştik. Hem istediğimiz zaman odaya dönerdik hem de yeniden araba ile otel dışına çıkacak halimiz yoktu.
Saat 20.00 de sıra gecesinin yapıldığı salona girdiğimizde, bizim dışımızda bir grup daha gelmişti. U şeklinde dizilmiş oturma alanının tam karşısında saz ekibi vardı. Ekip daha önce İbrahim Tatlıses ile TV programı yapmış. Hem söyledikleri türküler hem sesleri nefisti. Salon kısa bir sürede doldu. Sanırım 40 kişi falan olduk. Tahmin edeceğiniz gibi tek başına 5 kadın olarak sadece biz vardık. İnsanların ne düşüneceği çok da umurumuzda olmadığı için salonda sanki sadece biz varmışcasına keyfimize baktık. Bir ara Gamze, sigara içmek için dışarı çıkmak üzere, ayağa kalktı. Davulcunun onu oynatmak için kalktığı atağa, Gamze’nin ne cevap vereceğini, oturduğumuz yerden izlemeye başladık. Sağa ve sola yaptığı hamleler ,davulcu tarafından başarılı bir şekilde kesildi. Bir de ne görelim Gamze bu anı eğlenceye dönüştürmek üzere dansa başladı. Tabiki onu pistte yalnız bırakamazdık. Muhteşem 5 ‘li doğru meydana. Bilge’yi oyuna kaldırırken davulcunun Gamze’yi zorladığından daha çok zorlandık. Ama kalktıktan sonraki 3.dakikada elinde beyaz bir peçete ile halay başı olmuştu. Eğlence uzun sürdü ama biz mırrayı içtikten sonra odalara döndük.
Oda da,cep telefonumdaki play listimden, Sinem ve İnci’ye günün yorgunluğunu atacakları bir müzik ziyafeti çektim. Onları uykuya teslim ettikten sonra ben de uyudum.
PAZAR
Oteldeki kahvaltının ardından gündüz gözü ile Balıklı Göl’ü dolaştık. Hz.İbrahim’in doğduğu mağarayı gezdik. Dualarımızı ettik. Ayn Zeliha gölünde, küçük bir İbrahim Tatlıses, bize türküler söyledi. Hz.İbrahim ve Nemrut’un hikayesini duymuşsunuzdur. Yani İbrahim’in ateşe atılması ve ateş ile odunların, suya ve balığa dönüşünün hikayesi. Hikayeler, dualar, türküler derken sabah kahvemizi Gümrük Han’da içtik.
Kahveler de içildikten sonra Halfeti’ye doğru yola devam ettik. Yaklaşık 60 km bir yol. Halfeti, eski ve yeni olmak üzere iki yerleşime ayrılmış.
Aralarında 10 km mesafe var. Eski Halfeti’ye vardığımızda bizi tekneler karşıladı. Savaşan Köyü olarak geçen, batık minaresi olan köy, dediğimde sizin de gözünüzde görüntüsü canlanacak olan köye kadar, tekne ile gitmeye karar verdik. Tekneler kişi başı 10 tl. Biz 5 kişi olunca, 125 tl ödeyerek sadece bizi götürmesini istedik. Köye varmak yaklaşık 20 dakika sürüyor. Yol sırasında bir ara mikrofunu kaptığım gibi sesim kısılana kadar bağırarak, Allı Turnam’ı söyledim. Ege türküsünün burada ne işi var demeyin, repertuarım maalesef sınırlı.
Köy terk edilmiş, baraja suyun basılması ile yol kapandığı için köylüler evlerini bırakmış gitmiş. Köyde yaşayan ve çay ocağı işleterek geçimini sağlayan bir kişi var. O da Yunus dayı. Kendisi bize kekik çayı ikram etti. Biraz sohbet ettik. Ülkenin her çilekeş emektarı gibi o da dertli. Eski güzel günlerden, erik ağaçlarından, bir sepet erik ile ev geçindirdikleri zamanlardan, köyün eski cıvıl cıvıl halinden bahsetti bize. Dert çok, adalet yok. Üzerinde uzun uzun konuşulur ama blog seyahat bloğu ya, sizleri yormak istemem. Giderken olan neşemiz, dönüşte yerini kedere bırakmıştı diyerek konuyu kapatayım.
Arabamıza binip Antep’e devam ettik. Artık pazar gününün sonuna, yani gezinin de finaline doğru yaklaşıyorduk.
Yol ve Antep’te olmak bizi acıktırdı. Bilal’in listede, ”-abla mutlaka, mutlaka gidin,” dediği Üçler Lahmacun Kebap Salonuna gittik. Güzel yedik. Lahmacun ve kabap olayına burada doyduk. Hesabı öderken masamızda patlayan bardak, ”- ohhhh nazarı da defettik.” rahatlamasını getirdi. Tatlı için adres başkaydı bu nedenle çayımızı içip kalktık.
Hedef, Emine Göğüş Gaziantep Mutfak Müzesi. Müze şehrin içinde, küçük bir konak. Göğüş ailesine ait bu konak, Türkiye’nin ilk turizm bakanı olan Ali İhsan Göğüş tarafından, annesinin adını taşıyan bir müze yapılması şartı ile belediyeye bağışlanmış. Müzenin duvarlarını, Antep’in mutfak kültürünü anlatan görseller süslüyor. Antep’in lezzet sırrı baharatlar, zamana yenik düşen lezzetler (şiveydiz, börk aşı, omaç, elma tavası, pirinç böreği), davet yemekleri. Her odada anlatılan ve sergilenen farklı bir lezzet var. Üst katta TV ‘de dönen bir kayıtta, bu yemeklerin hızlı tarifleri var. Mutfak malzemelerini, hatta aileye ait porselen tabakları, gümüşleri, bardakları çok güzel sergilemişler. Antep mutfağı, bir müzesi olmasını hakedecek kadar zengin ve lezzetli. Bu ince ve zarif ailenin sevgili annelerini de rahmet ile anıyoruz.
Son durak Koçak Baklava. Araya, sora bulduk. Baklava çeşitlerinden ortaya iki porsiyon karışık söyledik. Çaylarımız eşliğinde yedik. Evimize götürmek için paket aldık. Lezzet konusunda Antep’in en iyisi demişlerdi. Açıkçası ben çok fazla ayırdına varamıyorum. Sanırım çok sevdiğim için, insülinimi yükseltecek herşey, benim için harika. Ama bazı arkadaşlar İmam Çağdaş’ın ki daha güzel yorumunu da yaptılar.
2 günde iki şehri, hiç de fena olmayan bir tempo ile gezdik. Gamze bir ara dedi ki, sanırım cumartesi günüydü, ”-Ohh ilk defa koşturmadan bir şehrin tadına varacağız ! ” Bunu dedikten bir kaç saat sonra Urfa’ya doğru yola çıkmıştık. 🙂 ”-Öznur bari 60 yaşında başkent gezelim, tek şehir ” , ”-Tabi tabi. ” dedim..
Havaalanına vardığımız da klasik görüntüyü verdik. Torba torba torba…Valizler yerlere açıldı, salça ve nar ekşisi gibi uçağın içine girmeyen malzemeler , kimin valizinde ne boşluk varsa oralara sokuldu. İnci bu geziye kendisini aşarak sırt çantası ile gelmişti. Nisan ayında yapacağımız İtalya programına sırt çantaları ile gidelim dedik ama Bilge’nin müdahalesi ile hemen sustuk 🙂
Güzel bir gezi oldu.Neyse ki Nisan ayında yine, yeni bir gezide bir arada olacağız. Bu nedenle tadı damağımızda kalsa da fazla dertlenmeden vedalaştık.
Size veda etmeden önce Antep mutfağından güzel bir tarif ile yazıyı bitirmek istiyorum.
Kıymalı Simit Aşı
Malzemeler: 2 su bardağı köftelik simit, 300 gr az yağlı kıyma, 1 adet büyük kuru soğan, 2 yemek kaşığı zeytinyağı, 2 yemek kaşığı sade yağ yada tereyağ, 1 yemek kaşığı domates salçası, 1 yemek kaşığı biber salçası, 2 yemek kaşığı kırmızı pul biber, 1 çay kaşığı karabiber.
Bir fincan su ile birlikte tavaya konan kıyma, suyunu salıp, çekinceye kadar pişirilir. İçine tereyağı, ince kıyılmış soğan ve tuz eklenir. Soğanlar soluncaya kadar birlikte kavrulur. Eş zamanlı tencereye 7-8 su bardağı sıcak su konup, üzerine salçalar ve yeterli tuz ilave edilip 5 dakika kaynatılır. Üzerine simit ve zeytinyağı ilave edilir. Ağzı kapalı olarak hafif ateşte koyu çorba kıvamına gelinceye kadar, eksikse su ilave edilerek pişirilir. İçine pul biber ilave edilip yayvan servis kabına alınır. Üzerine kavrulan kıymaya kırmızı pul biber eklenip karıştırılarak simit aşının üzerine yayılır ve kara biber eklenir. Afiyet olsun 🙂
Bunlarda İlginizi Çekebilir
Son Yorumlar