20 NİSAN 2016 ÇRŞ.NAPOLİ – POSİTANO
Muhteşem Beşliyi artık tanıyorsunuz. Benim 26 yıllık arkadaşlarım. Artık kaç yıllık olduklarını da söylemeyeceğim zaten. Yıllar ilerliyor. Bu yıl gezi öncesi M5 tişörtleri yaptırdık. Gamze diyor ki; ”- Yaşıtlarımızın yarısı öldü, kalan yarısı da hacı oldu. (Öznur sen hala evrene enerji gönder.) 50 yaşından sonra tişört yaptırıp ana okulu çocukları gibi giyip gezeceğiz, bi gidin yavvv !! Bu sizinle son tatilimdir, seneye direkt hacca!! ” 😀 Bu baskıya rağmen M5 tişörtlerini yaptırdım. Bizim için gezi zaten, geziye son 2 hafta kala başlar. Mailler gider gelir, para hesapları başlar, eski defterler açılır. Eski defterler, eski gezi anıları demek. Gülmenin start aldığı gün, gezinin başlangıcı demektir.
20 Nisan Çarşamba akşamı THY ile AHL ‘den uçacaktık. Sinem, İnci ve Gamze, benim şubede buluştuk. İlk yurt dışı seyahatimizde sanırım yıl 1995, rotamız İspanya’ydı. AKM ‘de buluşmuştuk. Ki o zamanlar nereye gidersek gidelim AKM ‘de buluşulurdu. ”- Uçağa çok vakit var, haydi sinemaya gidelim .” diyerek bir filme girmiştik. Neye girdiğimize de bakmadık sanırım. Film bir Fellini filmi çıktı. Tatil enerjisinin yarısını salonda bırakıp yola çıktığımızı hatırlıyorum. 😀
Neyse, M5 şubeye geldi. Tişörtler giyildi. Yola çıkıldı. Ekibin 5 numarası ile AHL de buluştuk. Bu nasıl bir şans ki hepimiz toktuk. Tok olmak neden önemli diyeceksiniz. Önemi şu yüzden, bugüne kadar hep ucuz biletin peşinde, adama su bile vermeyen Pegasus ile uçtuk. İlk defa konforunu yaşayacağımız THY ‘na tok binmek hepimizi gıcık etti. Yine de, üzülmeyelim uçakta yeriz dedik ama Napoli’ye gitmemizin tek sebebi, gece ”Da Michael” de yiyeceğimiz pizzaydı. Da Michael’i bir önceki Napoli-Positano gezimde keşfetmiştim ve bu lezzeti M5 ile de paylaşmak istedim. Kontrol noktalarından geçtik. Söylemeden geçemeyeceğim, tişörtlerimiz pek bir havalı oldu. Bizi müzik grubu sananlar, fotoğraflar, kahkahalar. Free Shop’tan, adını Yangel Osman koyduğumuz, Almanya’nın şifalı içkisini aldık. (Jögermeifter) ”- Gamze boğazın mı ağrıyor? Al ıhlamur niyetine iç.” denen birşey. Kısa süren bir yolculuğun ardından Napoli’ye vardık. Napoli’ye ikinci gidişim. Daha önce de yazdığım gibi kaotik bir şehir, yani Positano-Amalfi hattı için en yakın havalimanı diye gidebilirsiniz elbet yada Pompei’yi gezeyim diye. Ama onun dışında çok da bir cazibesi yok.
Bilge valiz vermişti. İndiğimizde bir süre beleş internet bizi oyaladı ve Bilge’yi takip etmeksizin bir köşede uslu uslu telefonlarımıza takıldık. Sonra internetin 30 dakikalık bedava kısmı bitince ”- Nerede bu Bilge !! ” sesleri yükselmeye başladı. Birden tüm gündemimiz Bilge’nin valizi oldu. ” – Neden alt tarafı 3 cm büyük boy diye çantasını bagaja verdi?” ” – Uçağa binerken onun çantasını biz alsaydık elimize, biz tepeye sıkıştırırdık.” Uzaktan sesleniyoruz, ”- Bilgeeeeeee gelmedi mi çanta hala?? ” Tabi bu olanların tamamı bizim için aslında eğlence konusu. Ama Bilge’yi tanıyanlar çok iyi bilir ki o, bu tarz eğlenceden hiç hoşlanmaz 😀
Sinem, Yangel Osman’ın verdiği hafiflik ile ”-Siz gidin ben Bilge’yi ve valizini bekleyeceğim.” dedi. Biz de hemen fırladık. Avis tabelalarını takip etmeye başladık. O kadar çok yürüdük ki yürüye yürüye neredeyse Napoli’ye vardık. Avis’e vardığımızda ilk önce herşey çok neşeli başladı. Araba, ehliyet, yol için günlük internet. Fiyata kadar sürdü neşemiz. Hatta fiyatı da anladığımızı zannederek kredi kartını uzattık. Aaa o da ne? İnci’nin kartı provizyon vermedi. Biz ısrar ile tekrar deneyin falan diyoruz. Sonra birimiz akıllılık ederek fiyatı toplam olarak sorduk. Tahmin edeceğiniz gibi sigorta, 4 günlük kira ve depozit olarak çekilen tutar birleştiğinde bizim kart, limit yetersizliği nedeni ile kullanım dışı kaldı 😀
600 euro depozit tutarına itiraz ettik. Bir an geldi şahane ingilizcemiz laf yetiştirmeye yetmedi ve böyle durumlarda her zaman yaptığımız gibi arkamıza dönüp ” – Bilgeeeeee ” diye seslendik. Sesimizi Bilge değil ama çevredeki herkes duydu. Ve koro yeniden başladı Bilge’nin valizine söylenmeye. 10-15 dakika daha bekledik. Bilge ve Sinem göründü.
Artık karanlık çökmüştü. Zaten biz nereye gidersek gidelim gün gözü ile o şehri görmek bana kısmet olmaz diyen Gamze’nin, yanık sesi duyuldu. Napoli hadi neyse de bir seyahatte, Venedik’e, son gondol bile servisini tamamladığında girmek gerçekten kötüydü. 😀
Bilge geldi, ” -Yok arkadaşlar, ben bu adamın anlattıklarını güven verici bulmadım.” diyerek teşhisini koydu. Yanındaki ve o olmadı onun yanındaki şirkete de benzer süreleri ayırıp en sonunda Maggiore ile konuyu bitirdik. Kırmızı bir Fiat 500 Manuel vites kiraladık. Yüksek ve bagajı da geniş olan bu araba 5 kişi + eşyalar için de gayet yeterli bir arabaydı. Bindiğimiz gibi, haritadan önce müzik sistemini kurduk. İstanbul’dan listeler ile gelmiştik. Teknosadan ses çözümleri vs. Neyse, DJ sorun yok müzik çalıştı dedi. Tamam o halde aç bakalım Kadriye’yi. Kadriye, yıllardır elimizden düşmeyen GPRS ‘in kod adı. Bu Kadriye’nin bizden yediği küfürlerin haddi hesabı yok. Eğer bir köyü yada oteli, elimizle koymuş gibi bulursak, ” – aslan şöför, aslan muavvin. ” Ama kaybolduysak , ”-Kadriye Allah belanı versin ! ” Yıllardır olayın metni bu.
Napoli’ye şahane bir giriş yaptık ve her gece Da Michael’de pizza yiyormuşcasına tam önüne sıfır hata ile geldik. Burası, adının hakkını vermek istercesine hep ama hep kalabalık. Elimize sıra numarası olduğunu anladığımız bir numara kağıdı tutuşturdular. Biz de bekleyenler kervanına katıldık. Ancak adam numaraları İtalyanca okuyor. Türkçe okusa bile kafa almayacak bir haldeyiz. Biz de kapının dibine yanaşarak kağıdı takip etmeye başladık. Sanırım 20 dakika yada yarım saat bekledik. M5 ile beklemek hiç sorun değildir. Çünkü M5 de mevzu bitmez. İçeri girdiğimizde 3 büyük pizza söyledik. Bira ve kolalar. Günün yorgunluğu yemek sonrası vurdu hepimize. Ama daha km.ler yeni başlayacaktı. Hedef Positano. Bu kelimeyi sevdiğinin kulağına söylesen ve sevgilin tut ki ne olduğunu bilmese, şiir gibi algılamaz mı? Bana nedense Positano hep öyle geliyor. Telafuzu şiir gibi. Ve emin olun kendisi de gerçekten şiir sanki. İtalya’da en sevdiğim destinasyonlardan biri. Napoli- Positano yolu da gayet keyifli, denize paralel giden, hatta girişine yakın, çok keskin virajları olan ve isteseniz de yapacağınız en yüksek hızın 30 km olduğu bir yol. Bu güzel yolu, karanlıkta gidiyor olmak Gamze’nin kaderi. 😀 Ama arabada M5 olunca şarkılar eşliğinde nasıl geçtiğini anlamadık. Bir iki sigara ve gece çekilen selfi molası ile saat 23.00 suları Positano’ya vardık. Valizleri otele bıraktığımız gibi kumsala. Son açık dükkandan içecek birşeyler aldık ve kumsalda ay ışığında yorgunluğumuzu Bilge’nin sesi ile attık. Otelin lobisinde internet. Ve sonrasında odada dedikodu. Sinem, İnci ve ben aynı odada kalıyorduk. Uyumamız gece yada sabah diyelim, 2.30’u buldu.
21 NİSAN PRŞ. POSİTANO-AMALFİ-RAVELLO-MATERA
Positano’da Hotel Savoia’da kaldık. Keyifli bir mekandı. Büyük teraslara çıkan odaları vardı. Güzel bir kahvaltının ardından çarşıda gezindik. Positano’dan limonlu sabunlar, biblolar, panolar, seramikler ve her türlü limon içerikli ürün alabilirsiniz. Ve tabiki Limonçello. Kendisi gibi şirin dükkanları ve dükkanların içindeki objeleri ile Positano seveceğiniz düşündüğüm bir yer.
Positano’dan Amalfi’ye devam ettik. Girişte çok yoğun bir trafik vardı. Özellikle bir turist otobüsü geçiyorsa yolun tek yönü durup beklemek zorunda kalıyor. Arabamızı park ettikten sonra minik ve güzel meydanına girdik. Kızlara buranın kağıdı meşhurdur dedim ama tişörtler ve her daim Limonçello’lar daha ilginç geldi. Sinem, yol üzerinde deniz mahsullerini kızartıp külahlarda satan bir yer gördü. Orada oturduk. Masalar zaten sokakların üzerinde. Soğuk bir şeyler eşliğinde bu lezzetli atıştırmalıkları yedik ve dinlendik. Sanırım bir saat kadar kaldık Amalfi’de. Arabamıza binip Amalfinin hemen eteklerinden dağa doğru tırmanmaya başladık. Zirvedeki kasaba Ravello. Burası da önceki gezide keşfettiğim bir yerdi. Positano ve Amalfi’ye kadar gelip Ravello’yu görmemek bu güzel kasabaya haksızlık olur. Nefis bir manzarası var. Dar sokakları, güzel dükkanlar barındırıyor. Burası klasik müzik konserleri ve festivalleri ile de İtalya’da ön plana çıkan bir yer. O manzarada klasik müzik keyfi bence şahane olur. Villa Cimbrone’yi gezmenizi tavsiye ederim. Burada bir zamanlar Virginia Woolf dahil pek çok kişi konaklamış. Terrazzo Del infinito ise içinizdeki cevher her ne ise onu ortaya çıkartmanızı sağlayacak mükemmellikte bir görsellik sunuyor size. Aynı bahçenin içindeki balkon burası. Önünüzdeki manzara ise üzüm bağları ve uçsuz bucaksız mavilikte bir deniz. Ravello’dan ayrılmadan önce kasaba meydanında oturup birer kahve söyledik. Yanına atıştırmak üzer mini pizzalar. Sohbet ettik. İnternet bulduk, çevrim içi olduk 😀
Yola çıktığımızda saat sanırım 17.00 olmuştu. Hedefimiz Matera’ya gitmekti. Yani yaklaşık 260 km. Yol genelde otobandı. Çok güldüğümüz bir 2.5-3 saatin ardından Matera’ya vardık. Matera için İtalya’nın Mardin’i
diyebiliriz. Ama Mardin’in verdiği duyguların yanından geçemez o ayrı. Sadece eski ve sarı renk taş binalar, eskiden kaldığı her halinden belli olan ve terk edilmiş hissi veren sokaklar. Evet yine gece girdik. Üstelik tarihi dokunun ve evlerin bulunduğu alana, araç girişinin yasak olduğunu sandığımız için arabamızı park ettikten sonra, çek çekli valizlerimizi çekerek 500 mt. kadar yürüdük. Ben diğerleri ile aramı, geride kaldığım için açtım. Çünkü gece mavisi, ortama o kadar güzel sinmişti ki her gördüğümü kadrajlama isteğim beni diğerlerinin gerisinde bıraktı. Eski şehrin içinde konaklayacağımız evi bulduk. Otel sayılmayacak kadar samimi bir mekandı. İsmi, B&B Sax Barisano. Yaşlı bir amca valizlerimizden birini alarak bizi restorantın hemen yanında bulunan eve getirdi. Dar ve 5-6 basamaklı bir merdiven ile önce dış kapıdan içeri girdik. İçeri girdikten sonra bir kaç basamak daha çıkıp evin iç kapısını açtı. İçerisi alt katta 2 büyük oda, bir açık mutfak ve 2 banyo, üst kat ise 2 asma kat şeklinde tasarlanmış, 6-7 kişinin konaklamasına imkan sağlayan bir yerdi. Eşyalar, insanda kurcalama isteği uyandıran cinsten, eski ve güzeldi. Çarşaflar ve havlular da gayet temizdi. Hepimizin aynı evde yatıyor olması da ayrı bir keyif. Evde biraz dinlenip ve üzerimize daha kalın giysiler giyerek, yemek yemek üzere dışarı çıktık. Matera’ya İnci daha önce eşi ile gelmişti ve o zaman yemek yedikleri yeri bularak bizi götürdü. Mekanın adı II Terrazzi. Buranın spesiyal lezzetlerinden biri Recipe isimli güveçte makarna. Dana yada domuz eti ile pişiriyorlar. Et yemeğe sosis olarak katılıyor. Bol mozzerella eşliğinde üzeri yanana kadar nefis pişiriliyor. Ben bu yemekten yedim. Restorant genel olarak, geleneksel İtalyan mutfağı ve özellikle o bölgeye has yemekler sunuyor. Çok keyifli bir akşam yemeği yedik. Mozzerella’ya doyduk. Yemek yediğimiz yer müzikli bir mekan değildi. Cep telefonumuzdan açtığımız bir şarkı bizi aşka getirdi. Hafif ve kısık bir sesle başladık. Ama coşkulu bir grubuz biz. Üstelik Bilge de bizi kontrol altında tutmak yerine kendini coşkuya bırakınca ayar kaçtı elbet. Sinem dedi ki , ”- Patrooon tempolu bir şey çal, oynayalım.” Şöyle bir çevreme baktım, bir kaç masa kalmıştı ve onlar da içtiklerinin etkisi ile kendi hallerine dalmıştı. Bilge’nin şaşkın bakışları arasında bir Ajda çaldım. Üstad başladı dansa. Onu yalnız bırakmak olmaz. Azıcık eşlik ettim. Keyfimiz tavan yaptı. Hesabı istedik. Dışarı çıktık. Matera meydanı bize sahne oldu. Dedik ki ”-Bak Matera, buradan bir Muhteşem Beşli geçti. Yaşadı. Seni gerçekten yaşadı. Bir gece de olsa yaşadı. Keyfini çıkarttı. Sadece bakıp – görüp geçmedi. O zaman sen de bizi yaşa.” dedik. Bir Türk kendini nasıl yaşatır? Tabiki kendi kültürü ile. ”- Haydi Patron harmandalı çal.”
Müzik ile birlikte kollar, kanatlara dönüşerek havalandı. Ritmi kulağınızda siz de duyun şimdi. Yakışmamış mı o meydana bu ritim? Söyleyin. Biz ayaklarımızla, kollarımızla, kendi eksenimizde dönüşlerimizle Matera’ya, İzmir’i’ gösterdik. Harmandalı biter bitmez İnci’nin aklında sanırım Ankara anıları canlandı. Saniyeler içinde Ankara’ya gitmiş olmalı ki ”- Öznuuur haydi çal bir misket havası.” dedi. Bilge de bize eşlik ettiği için misket havası oynarken çekilmiş hiç fotografımız yok. 😀 Aslında fotografımız var elbet ama bu kareleri, gecenin o vakti, yolu meydandan geçen Materalılar çekti. 😀 Dans etmekten yorulunca, otele dönelim dedik. Tabiki Bilge’nin güzel nağmeleri eşliğinde yürüdük. Koronun geri kalanı ise kısık bir ses ile Bilge’nin büyülü sesine eşlik ettik. Odaya gelince uyuduk diyeceğimi sananlar yanılır. Muhteşem demek enerjisi de muhteşem demektir. Gecenin bir vakti makarna ve tatlı yedik, haydi platese dedik. Dolaptan 4 şişe su aldık. Her biri 1.5 litre olan şişeler elimizdeki dambıllar oldu. Sonrasında ayakta yapılabilecek bütün hareketleri ter içinde kalana kadar yaptık. Artık pilimiz bitti. Bir duş ve haydi uykuya. Bilge ve Gamze evcilik oyunundaki anne ve babamız oldu. Biz ise 3 tuhaf çocuk. Bu geyik 4 gün vardı. Tüm tatilin diyaloglarını burada yazamıyorum. Bunun için özel üyelik gerektiren blog açmayı düşünüyorum. 😀
22 NİSAN CUMA- ALBEROBELLO-MARTINA FRANCA-LOCOROTONDO-CISTERNINO-OSTUNI
Cuma günkü program, başlığa bakınca yoğun gibi gözükse de aslında gittiğimiz yerler birbirine mesafe olarak yakın yerler. Bölge Puglia. Merkezi Bari. Dönüş uçağımız da zaten Bari şehrindendi. Burası haritada çizmenin topuğu. Biz de kalan günlerimizde topuğun her tarafını gezdik. Size kısa kısa özetleyeceğim. Bölgede 6 tane il var. Foggia, Barletta, Bari, Taranto, Birindisi ve Lecce. Lecce tam topuğun ucu. Biz de oraya kadar indik. Bu vadinin içinde bulunan köy ve kasabalar 5-10 km mesafelere serpiştirilmiş. Kahvaltımızı ettikten sonra Matera’yı dolaştık. Matera’ya bir gün önce gece giriş yaptığımız için, Gamze’nin deyişi ile gün gözü ile görememiştik. Sokak araları, yatay bir ışıkta gezmemiz halinde güzel görüntüler verecekti ama güneş sabah saatlerinde bile oldukça yakıcıydı. Sıcaktan bunaldığımız için tek tarafını dolaştığımızda pilimiz bitti. Alberobello’ya yola çıktık. Yaklaşık 70-80 km arası bir yol yaptık.
Alberobello; Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan bir yerleşim burası. Trullo adı verilen köy evleri buranın sembolü olmuş. Evlerin geçmişi 14.yy’a dayanıyor. Çıkış noktası, Alberobello’ya yeni yerleşimler yapılmasına yüksek vergi koyan krala karşı geliştirilen bir fikir. Kralın vergi memurları geldiğinde yığma taş çatılar sökülüyor, sadece koni şeklinde çapı olan çatısız bu yapılar evden sayılmadığı için halk vergi ödemek zorunda kalmıyordu. Bölgeden çıkan küçük kireç taşlarının huni şeklinde üst üste konması ile çatının formu oluşmuş ve bölgenin en önemli imgesi haline gelmiş. Taşlar, aralarında harç olmaksızın yerleştirilmiş. Aslında bir yandan Harran evlerini de andırıyor ki Harran evlerinin geçmişi bu evlerden daha eski. Evlerin çatılarındaki semboller şaman inancını da sembolize ediyor ve ev halkını kötülüklerden koruduğuna inanılıyor. Eskiden içinde yaşam olan evler, şimdi ticari olarak, yerli halkın zeytinyağı, şarap, likör, zeytin sattığı noktalar haline gelmiş.
Alberobello’da biz de Trulli evlerinde kaldık. Kaldığımız yerin adı, Trulli Holiday Resort. İki ayrı ev kiraladık. Sinem, İnci ve benim konakladığım ev, iki yatak odası, bir geniş banyo ve mutfaktan oluşan aynı zamanda arkasında küçük de olsa bir arka bahçesi olan son derece temiz bir evdi. Gamze ve Bilge’nin evi de yan sokağımızdaydı. Eşyaları eve bıraktıktan sonra Martina Franca’ya devam ettik.
Martina Franca; Barok mimarisi ile öne çıkan ve aynı tarz bir kapıdan geçilerek eski yerleşime girilen, 13.yy da kurulmuş bir yerleşim. Binalar gerçekten son derece düzenli, gösterişli. Ana renk beyaz. Yeşil yada muhtelif renklerde ferforje balkonlar ve balkonlarda da çiçekler ile süslenmiş. Sokakların arasında kaybolmak istercesine rastgele gezindik. Tabiki kaybolmak mümkün değil. Hava biraz pusluydu ve genel olarak insanlar kısıtlı saatlerde dükkanlarını açtıkları için sokak aralarında ve hatta meydanında ( Piazza Plebiscito) pek bir canlılık yoktu. Bu nedenle gezintimizi tamamlayarak Locorotondo’ya doğru yola çıktık.
Locorotondo; Burası bir tepenin üzerinden sizi gülümseyerek karşılıyor. Açıkçası ben sevdim. Sevme sebebim, sokak aralarında peşine takıldığımız bando yada peynir ve yerel içkiler satan şirin dükkan yada her sokaktan karşımıza çıkan rengarenk çiçekli evler olabilir. Kilisede bir cenaze töreni vardı. Bahsettiğim dükkan da kilisenin tam karşısında ve ev yapımı ilginç lezzetleri sunuyordu. Şişeleri de içindekiler kadar orjinal ve kokusu buram buram badem kokan ev yapımı likörleri vardı. Locorotondo Doc şarabı da yerel olarak bilindik ve hatta 5 litrelik bidonlar halinde satışı olan bir şarap.Buranın mutfağının lezzetini ve ününü gelmeden önce yaptığım araştırmada okumuştum. Ancak bizim giriş yaptığımız yada acıktığımız saatler ile restorantların açık olduğu saatler birbirini hiç tutmadı. 12.00-15.00 öğle yemeği servis saatleri. 19.30- 23.00 ise akşam yemeği. Eğer öğle yemeği saatini kaçırdıysanız 19.30 dan önce doğru düzgün lezzetli yemek sunan bir yer bulmak çok zor. Hele de bu tür küçük kasabalar için..Burada yemek yiyecek açık bir yer bulamayınca Cisternino’ya devam etmeye karar verdik.
Cisternino; Burası benim çok sevdiğim Cittaslow konsepti şehirlerden. Biliyorsunuz Seferihisar yazımda bu ünvanın ne olduğunu anlatmıştım. Yaşamın sakin aktığı, doğa dostu, çevreye duyarlı şehir. 2014 yılında Cisternino, Cittaslow seçilmiş. Gerçekten de sakin mi sakin. Minicik bir meydanı var. Meydan demeye dilim varmıyor. Köşesinde çorap, terlik satan bir dükkan, bir cephesinde sandviç dükkanı ve bir iki kıyafet yada takı satan dükkan. Sokaklarda kalabalık bir turist grubuna denk geldik ve o kalabalık ile yürümek dar sokaklarda mümkün olmayacağı için geri döndük. Saat kulesi ve kilisesini gördük. Mini meydanda oturarak birer kahve içtik ve ton
balıklı sandviç ile açlığımızı bastırdık. Yağmur çiselemeye başladı. Oturduğumuz yer de açık alandı. Bu nedenle Ostini’ye gitmek üzere kalktık. Aslında yine gelmeden önce okuduğum kadarı ile aynı Hatay’daki gibi kasaplardan seçtiğin eti hemen o an kasapta barbekü yaptırarak yanında peynir ve jambonlar eşliğinde yiyebiliyormuşsun. Ama klasik kaderimiz, her yer kapalıydı. Buralarda en ideal ulaşım şekli kesinlikle araba kiralamak. Çünkü kasabalar arasında bir toplu taşım yok. Ayrıca fazla bilindik yerler olmaması sebebi ile yemek-konaklamak İtalya’nın diğer bölgelerine kıyasla çok daha ekonomik.
Ostuni;Bugün gezdiğimiz tüm kasabalar içinde bizi en çok heyecanlandıran yerdi. Neden derseniz, öncelikle çok canlı ve hareketli bir kasabaydı. Kalabalıktı, dükkanlar cıvıl cıvıldı. Araba ile surların içine kadar girdim. Burası da bir tepeye kurulmuş. Brindisi iline bağlı. Yazın artan nüfusu kışın 30.000 kişi civarında. Hava rüzgarlıydı ve yağmur çiselemeye devam ediyordu. Gözüme renkli bir dükkan ilişti. Saatler ve çantalar satıyordu. Saatin kadrajını, kayışını ve gövdesini farklı renklerde seçip birbiri ile kombinleyerek 25 euro’ya satın alıyorsun. Kendime içi pembe dışı turkuaz bir saat beğendim. Burada o kadar oyalandım ki çıktığımda çevrede M5 den bir kişi bile yoktu. Biraz amaçsızca yokuştan aşağı indim. Bir de baktım İnci ve Sinem bir şarap tadım noktası bulmuş ve 5 euroluk 2 kadehten oluşan yanında peynir ile servis edilen şarap tadım menüsünü deniyorlar. 😀 Aslında bu soğukta oraya konuçlanmak iyi fikirdi doğrusu. Ben de yanlarına gidip biraz ısındım. Bilge ve Gamze ise kahve yada çay içecekleri bir yer bulma telaşında Piazza Della Liberta’ya yani kasabanın ana meydanına gitmişlerdi. Zaten Ostini’nin tek düz alanı da bu meydandı. Ostini’de Museo Civico Di Ostuni arkeoloji müzesini de gezebilirsiniz. Ostuni Katedralinin olduğu meydan da görkemli bir mimariye sahip. Bishop Sarayı’nın önünde fotograf çekildik. Hava soğuk olmasa biraz daha vakit geçirebilirdik. Ostuni denize yakın bir yerleşim. Yazın gelmeniz halinde Puglia’nın güzel plajlarına sahip Ostini’yi de deniz tatili için seçebilirsiniz. Surların hemen dışında bir sigara molası vererek ovayı ve denizi seyrettik. Artık yorulmuştuk ve gün de tamamlanmıştı. Alberobello’ya dönerek güzel bir akşam yemeği yiyebileceğimiz mekan bulmaya karar verdik.
Yol her zamanki gibi sohbet ve şarkılar eşliğinde keyifli gitti. Trulli evlerinin olduğu yerde arabayı bırakarak internetten güzel puan ve yorumlar almış bir yer bulduk. İsmi, L’aratro. Şef sağolsun ev sahibi gibi bizimle ilgilendi ve ağırladı. Ben deniz mahsulli Risotto benzeri bir yemek yedim. Ama masaya sipariş etmediğimiz bir çok lezzetli ve tadımlık başlangıçlar geldi. Bir gece önce Matera’da eğlence ve dansın dibine vurmuştuk. Bu gece daha sakindik. Ama çılgınlık bizi bulmazsa biz onu buluruz. Gündüz bir ara, nereden nasıl aklımıza gelmişti bilmiyorum ama şiir yazalım dedik. Akşam ortamı yapalım, hepimiz kalemleri kağıtları alalım, kafamızdan bir şiir uyduralım. Şahane fikir. Ortam da işte bu mahsene benzeyen mekan oldu.
Her zamanki gibi telefondan bir fon müziği açtık. Kağıt ve kalemler paylaşıldı. Kafalar öne eğilip şiir düşünmeye başladık. Bir ara telefonu, servis yapan bayana verip fotografımızı çekmesini rica ettik. Kız eline aldı. Bekliyor.
Tabiki bizim kameraya bakmamızı ve poz vermemizi bekliyor. Ama biz zaten şiiri yazarken çekilmek istediğimiz için, hepimiz kafamız önümüzde dururken aslında poz veriyorduk. 😀
Ne zormuş şair olmak, sen daha ilk mısrayı yazamadın mı? kafiye peşinde misiniz? sesleri ilk 5-10 dakika boyunca sürdü. Sonrasında sanırım olayın içine daldık ve akışa geçtik. Belli bir sürenin sonunda yani konsantrasyon iyice bozulunca şiirler meydana çıktı. Şimdi isimsiz olarak bazılarını paylaşıyorum;
ŞİİR 1:
Bir gün beni düşünürsen eğer
Yanında olmayacağım
Neden diye sorma sakın..
Zaten hiç biz olmadık ki.
Ben başkasını sevdim, sen başkasını.
Kader varsa eğer, bu bizim kaderimiz.
Sevgi ile aşk ile kalalım bir ömür ikimiz.
**********
ŞİİR 2:
Sevgiler diyerek biterdi cümleleri.
Ve birçok anlam taşıyan ah o kelimeleri.
Ama biliyor musun,
Basit olanla söylemek daha kolaydır sevgileri
Bir tebessümü ile yok olacak dünyanın bütün kederleri.
************
ŞİİR 3:
Sen, yıldızların altında bir deniz
Dalgalarınla al götür beni.
Rüzgarla es saçlarımda.
Mis kokan teninin kokusuna
Turkuaz sever benim gönlüm,
Sevdiğim ise kırmızı.
Derinlerde bu aşkın sonu.
Nasıl buldunuz? Fena değil sanki. 😀 Şair olacak değiliz elbet ama ortak paylaşımlar açısından, bu gece M5 tarihimizde unutulmaz bir anı olarak yerini aldı. Evet çok güleriz, sohbetimize doyum olmaz, dertleşmenin dibini biliriz. Ama bir kitap yada bir şiir paylaşmayı, tartışmayı da severiz. Yaşamı fazla ciddiye almaya gerek yok. Yaşamdan korkmaya ve yaşamaktan utanmaya da gerek yok. Yaşamaktan utanmak biraz ağır bir cümle olduysa kastettiğim anlamı açıklamak isterim. Nedir yaşamak? İşe gidip gelmek, çocukları büyütmek, güzel yemekler yemek, hedeflerin olması ve bunlara ulaşmak adına katettiğin yollar, uyku uyumak. Bir çok şey sayarız elbet. Ama geriye dönüp baktığında, ne nefis bir uyku uyuduğun sıradan bir geceyi, ne her hangi bir gün tadı damağında kalan lezzeti bir yemeği, ne de iş yerinde çözdüğün bir sorunu anımsamazsın. O anlar, her zamanki rutinin olarak birbirini tekrar eden günlerin arasında, olması gereken yerde yerini almıştır. Ama yıldızların altında, doğanın sana yatak olduğu bir gece, deliksiz uyuduysan eğer yada uyumadan sabaha kadar gökyüzünü seyre daldıysan, hiç bilmediğin bir şehrin hiç bilmediğin bir meydanında, çok iyi bildiğin canın dostlarınla dans etmişsen, hayatında hiç denemeden sırf o dostlarından aldığın enerji ile bir gece, ilk defa bir şiir yazmışsan, cesaret ve güven ile hayatın bir çok deneyimine açıksan, işte o zaman yaşıyorum de. Biz de M5 olarak yaşıyoruz işte. Hem hayatı, hem de dibine kadar dostluğu..
23 NİSAN CUMARTESİ LECCE-BRINDISI-FASANO-MONOPOLİ
Lecce; Sabah uyanıp kahvaltımızı ettikten sonra biraz daha Alberobello’yu dolaşarak Lecce’ye devam ettik. Burayı rotaya İnci ekledi. Ferzan Özpetek’in filmine mekan olması da onu etkileyen bir sebep olmuş. Çevresinde güzel koyları olan yerleşim noktaları da var. Yazın gelinerek bir kaç gün ayrılması halinde deniz keyfi için ideal olabilir. Sokaklar müzisyenler, gençler ve şirin kafeler ile dolu.Piazza Vittoria Emanuele meydanından geçiyoruz. Sonra sokak üzerinde beğendiğimiz bir kafede oturduk. Bir hayli de uzun oturduk. Güzel yemekler eşliğinde dinlendik. Şehrin dört bir yanı surlarla çevrili. İnci bir sonraki hedefin Fasano olduğunu söyleyince yemekten sonra yola koyulduk.
Fasano; Daracık ama gerçekten daracık sokakları arnavut kaldırımı döşenmiş. O dar sokaklara bir sıra araba park etmeyi de başarmışlar. 😀 Dar sokaklar geniş bir meydana açılıyor. Denize kıyısı olup olmadığını meydandaki bir polise sorduk ama 8 km mesafede cevabını alınca gitmek için yeniden arabaya binmekten vazgeçtik. Bir eczaneye girip ilaç vs. aldık. Sonrasında kahve içebileceğimiz bir yer aradık ama ilginçtir ki bulamadık. Ama sokaklardan birinde karşımıza çocukluğumuzdan kalma bir kurabiyeci dükkanı çıktı. Oradan bir şeyler aldık. Daha fazla da kalmaya gerek olmadığına karar verip 1 saatten kısa bir zaman ayırdıktan sonra Monopoli’ye doğru yola çıktık.
Monopoli; Monopoli’ye geç girmek moralimizi bozdu. Neden? Çünkü Monopoli bugün gördüğümüz yerler arasında en güzeliydi. Sahil kasabası. Sahilindeki mini çarşısı, mini mini iskelesi, o iskeledeki minik kayıkları, güzel kokular yayan şirin restoranları ile bizi kendisine ilk görüşte hayran bıraktı. Zaten eğer bir yerleşkenin içine deniz ,koy yaparak giriyorsa orada yaşanır. Şimdi oteli ve otele girişimizi anlatacağım.
Monopoli tatildeki son durak olduğu için sadece 5 çek çekli valiz değil bir çok torba ve 20 kg ağırlığında bir sırt çantası da taşıyorduk. Sinem hepimizin aldığı içkileri o sırt çantasına yükledi. İşin kötüsü otelimiz araç girmeyen bir bölge içindeydi ve otele, arabayı bıraktığımız yerden itibaren yaklaşık 300 mt kadar yürüyerek ulaşabilecektik. Önce arabayı boşalttık. Torba, torba, torba…. Bir M5 klasiği olarak torba. Sonra yol boyunca ayağımızın altında duran atıştırmalık poşetimiz. Atıştırmalık deyip geçmeyin. Bilge sanırım Malatya’dan 5 kg kayısı getirmiş. Kan şekerimiz düşmesin de kasa kan kaybetmesin diye. 😀 Sonra pestiller, çukulatalar, içecekler, sular… Yani 2-3 kg da yiyecek torbalarımız. Bunların hepsini yüklendik ve salyangoz hızı ile yürümeye başladık.
Zaten yürüdüğümüz yol, arnavut kaldırımı benzeri, eğri büğrü, taşlık bir yol. Çek çeklilerin tekeri zor dönüyor. Bir ara geride kim kalmış diye arkama baktım. Bakmaz olaydım.Sinem, 20 kg sırt çantası, tekeri dönmeyen çek çekli çanta, resmen surviver parkuru gibi ilerlemeye çalışıyor. 🙂 Bir an, göz göze gelsek benden yardım isteyecek diye düşünüp, bu panik ile önüme dönerek son bir hız ile otelin sokağına döndüm. 😀 Gamze ve İnci kapının önüne varmıştı. Ancak vardıkları yer otelden ziyade ev desem, ev değil, pansiyon desem, değil.. Değişik bir kapı. 😀 İnci, ”- Ben burayı pek beğenmedim.” dedi. Dedi ama o saatte o çantalar ile otel aramamız imkansızdı. Bir gece nasıl olsa İnci dedik. Taş olsa yatarız.. Demez olaydık o ayrı.. Taş en azından temizdir. Burası öyle bir yerdi ki..Anlatılmaz yaşanır denilen cins. Kapıdan giriş mutfaktı. Bir tane de küçük tuvalet vardı. Tuvalete girdim. Ortadan sıkılmış kirli bir diş macunu. Üzerinde saçlar ile dolu bir tarak. Yarısı bitmiş ve kapağı açık bir ruj. 😀 Eşyaları bırakıp yemek yemek için fırladık. Sahilde gözümüze kestirdiğimiz restorantın adı Trattoria Zero Otto Nove isimli bir yerdi. Oraya doğru yaklaşırken, surların bitimi ile deniz ile burun buruna geldik. Denizin ilerisinde şimşekler patlıyor ve simsiyah deniz aydınlanıyordu. Bir süre şimşeklerin çakışını hayranlık ile izledik. Patlama anını yakalamaya çalıştık. Hayatımda en sevdiğim şeylerden biridir gök gürültüsü ve şimşek..Bana asla korku hissi vermez. Neyse içimize çektiğimiz deniz kokusu iştahımızı da tetikledi ve restoranta vardık. Her güzel yerde bildiğiniz üzere yer yoktur. Ancak pes etmedik ve 20 dakika yada yarım saat beklemeyi göze aldık. Neticede masamıza geçtiğimizde bu bekleme süresine değdi. Deniz mahsullü makarnalar, ortaya söylediğimiz deniz mahsulü tabağı, pizzalar vs. derken şahane bir akşam yemeği yedik. Bu akşam da güzel yemeğimize Bilge’nin sade ve naif sesi eşlik etti. Biz de koro olarak görevimizi yaptık ama.
Neyse son gecemize otele dönüş ile devam ediyorum. Otele döndük. Yatacağımız kata yangın merdiveni tipinde bir merdiven ile çıktık. Öyle bir merdiven ki kabin tipi valiz bile çıkmaz. Yataklarımızı süsleyen nevresimler çiçek,böcek ve köpek desenliydi. Havlular ise plaj havlusu. 😀 Beyaz renk buraya uğramamış. Ama gri en sevilen renk sanırım. Çünkü evde her yerin ortak paydası gri. 😀 İnternet kapının önünde çekiyordu. Yada camda.. Biz kapının önüne iki sandalye atıp sokaktaki çekim halinden faydalanmayı tercih ettik. 😀 Sonuç olarak kötü bir geceydi. Evet kötü ve uykusuz bir geceydi..
24 NİSAN PAZAR BARİ’DEN DÖNÜŞ
Önce Polignano a mare’ye uğradık.Burası falezleri ile meşhur şirin bir kasaba. Ama pazar sabah erkenden uğrayınca fotograf çekmek dışında bir şey yapamadık. Oradan Bari. Sinem , ”- Bunca deniz gördük bir yüzümüze su çarpamadık.” diyip duruyordu. Bunu yaptık. Bari’de aracımızı park ettiğimiz gibi denize koştuk. Yüzümüzü deniz suyu ile yıkadık. Sonrasında Bari’yi dolaştık. Bir cafede oturup bir şeyler yedik ve onlayn olduk. Ardından hava limanı ve araç teslimi derken bir gezi daha bitti.
Bitmek kelimesi kullanıldığı yere göre hüzün yada keyif verir. Kötü giden birşeyin bitmesi. Keyif..Yada bu gezi gibi, harika bir 4 günün bitmesi. Hüzün… İtiraf ediyorum ki İstanbul’a döndükten sonraki bir hafta boyunca kendimize zor geldik. Bir süre fotograflarda teselli bulduk. Asık suratlar ile işe gidip geldik. Alışma evresi bitince kabullenme faslına geçtik. Sonra da birbirimizde teselli süreci başladı. Öyle ya yaşıyorduk, yaşamayı biliyorduk önümüzde daha çok yıllar ve yollar bizi bekliyordu.. Bu yıl kendimizi biraz kurumsallaştırdık. M5 ismi, logosu, tişörtleri ve önümüzdeki günlerde belki internet sitemiz.. Bilmiyorum hayaller, fikirler bizi nereye götürecek..
Bu yıl gittiğimiz yerden bağımsız olarak, en çok güldüğümüz ve yaşadığımız anların en çok tadına vardığımız yıl oldu. Sanırım büyüyoruz, sahip olduklarımızın daha çok farkına varıp tadını çıkartıyoruz. Yıllandık ve yıllanmak hem kişisel olarak bize hem de kelimelere dökmekte zorlandığım dostluğumuza çok şey kattı.
O zaman en basiti ile bitireyim sözümü.. Hayat, seni seviyorum ve seni bana sevdiren şey, seni bana güzelleştiren şey, sahip olduklarım. Yani sahip olduğum Can’larım..Ailem kadar yakın Can’larım.. Bu güzel gezi için teşekkür ederim hayat….
Bunlarda İlginizi Çekebilir
Son Yorumlar