SAL VE POKUT

Sal  ve Pokut’a çıkmak için minibüsleri tercih edebilirsiniz. Çamlıhemşin merkezden kalkıyorlar. Hatta Trabzon’dan günü birlik turlar yapan birçok şirket var. Yol boyunca tozu dumana katarak giden, yayla yoluna asfalt yol muamelesi yapan minibüslerle çokça karşılaştık. Hatta kaza olup olmadığını da sorduk. Alkollü kullanım hariç  kaza olmaması bilmiyorum güven verici mi şaşırtıcı mı? Kiralık aracımız SUV’du. Ama yine de lastiğimizi patlattık. Sal Yaylasına bir buçuk saatte çıktık. Beş on yayla evi, çay kahve içebileceğiniz bir yer ve dondurma satan bir ev. Arabamızdan iner inmez çayıra çimene yayılmış bir inek, bize hoş geldiniz dedi. Ardından biz de yaylaya yayıldık. Keçi sütüyle yapılmış dondurma satan evi de bulduk daha ne olsun? (Buraya fotoğrafını bırakıyorum, tabela falan yok, nerede bu dondurmacı demeyin.) Mutlu olmak için gereken şartların çoğunu sağlamıştık. Kaymaklı dondurma, yokuşu çıkacak enerji ve aynı coşkuyu paylaştığın iki nefes. Efe ve Ela… Bazen düşünüyorum neden yazıyorum? Hadi kurguyu anladık, edebi bir kaygı var orada, iyi olma, geleceğe kalma falan ama gezi yazısı yazmak? Gezdin, yaşadın, çok da güzel geçti misal… E bu ıstırap neden? Ya sanırım bunun cevabı çocuklar. Edebiyat,  insanlık tarihi içinde bir ses, bir iz, bir gölge bırakmaksa benim blok yazılarım da çocuklarımla olan kişisel tarihimde bir iz bırakma ümidi.

“Mutluyduk, ne şanslıydım, yaşadım o mutluluğu! Ne mutlu bana.” Böyle bir hatıranın kahramanı olmak. İşte bütün dileğim. Neyse, nerede kalmıştık? Sal  Yaylası’ndan Pokut aslında yürüyüş mesafesinde. Ancak biz arabayla çıkmayı tercih ettik. Tulum çalanlar,  Laz böreği  satanlar, yayla evlerini fona alıp çaylarının fotoğraflarını çekenler.  Dağ yollarında, yaylalarda, öbek öbek, rengarenk  çiçekler gördük. Meşakkatli bir yoldan zirveye çıktık. Yol yaklaşık iki saat sürdü. Önceleri kafamızı sunroof’tan çıkartıp etrafa bakmak ve rüzgarı yüzümüzde hissetmek iyi gelirken bir süre sonra tutunmak bile zorlamaya başladı. Yüzünüze yapışan börtü böcek de cabası. Aslında bir iki gece konaklamak güzel olabilirdi, belki başka bir seyahate. Biraz dinlenip, biraz da Heidi gibi tepelerde koşturduktan sonra dönüşe geçtik. Dönüş yolu çıkışa göre biraz daha kolay. En azından ibrede zaman zaman 20-25 km/h gördük. Çamlıhemşin’de kısa bir yemek molasının ardından Huser Yaylası’na devam etmek üzere Aykut Bey’i de alarak yola koyulduk. Karadeniz’in doğu tarafını tek başınıza keşfetmek coğrafyası nedeniyle zor geliyorsa Nar Gezi’nin sayfasını mutlaka incelemenizi öneririm. Aynı keşif duygusunu onlarla da yaşayacağınızdan şüphem yok.

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/sal-ve-pokut/

Çamlıhemşin-Sal Yaylası- Pokut ve Huser Yaylaları

Patika Pansiyon, Çamlıhemşin’in hemen içinden çıkılan bir yolla varacağınız Topluca Köyü’nde, küçük bir aile işletmesi. Her şeyden önce merkezin dışında ve dağın tepesinde olmasının avantajı olarak, sakin. Gün batımını vadiye bakarak izlemek harika. Yemekler ev yapımı. Ödediğiniz ücrete kahvaltı ve akşam yemeği dahil. Birinci günü burada geçirdik. Şansımıza, çok sevdiğimiz Nar Gezi ailesinden Aykut Bey de oradaydı. Günü birlikte planladık. Çamlıhemşin’e gelmişken görülmesini önerdiğim en güzel yaylalar Huser, Pokut ve Sal. Bu yaylalardan Pokut ve Sal birbirine çok yakın. Şenyuva Köyünden geçer geçmez soldan ayrılan toprak yolu takip edin, doğru yaylaya varacaksınız.  Kavşağın başında Pokut ve Sal diye tabelalar var. Yaylalara çıkmadan önce Şenyuva köyünde bir mola vermek keyifli olacaktır. Çamlıhemşin’le Şenyuva köyünün arası yaklaşık sekiz km. Köyün Lazca adı Çinçiva. 2000 metre rakımlı Sal Yaylası bu köye bağlı. Yayladaki evler, genelde bu köyde yaşayanların evleri. Köyün içinden Fırtına Deresi geçiyor ve 20 metre yüksekliğinde Çinçiva Köprüsü, zamana meydan okurcasına, derenin üzerinde sapa sağlam duruyor. Köprünün yapım yılı 1696 olarak belirtilmiş. Köyde bir mola verecek olursanız kahvenizi Zua Coffee’de içmenizi öneririm. Kafenin içinde Kazım Koyuncu’nun İletişim Yayınlarından çıkan, Uğur Biryol tarafından yazılmış “Kazım’ın Sevdası” kitabını görünce hemen satın aldım. Neredeyse kahvemle birlikte kitabı da bitirdim. Zua, Lazcada “deniz” demekmiş. Kazım Koyuncu’nun, solo albümünü yapmadan önce  Karadenizli müzisyen arkadaşlarıyla kurduğu grubun adı Zuğaşi Berepe.  Yani: “Denizin Çocukları.” Lazcadaki Zua okunurken yumuşak g harfi düşüyor. Bunları nereden öğrendim? Zua Kafenin sahibi Apo’dan. Zua aynı zamanda orada bir köy adı.  Çamlıhemşin’de dağların arasında, Fırtına deresine karşı sohbet edeceğim biriyle karşılaşmak ve güzel bir kahve içmek de şans oldu doğrusu. Çamlıhemşin nüfusunun bir kısmı Ermeni kökenli. Hopa tarafının bir kısmı Laz,  bir kısmı da Hemşinli. Macahel ise Gürcü ağırlıklı. Zua Kafeden bahsetmişken yanındaki Peri Dükkan’dan bahsetmemek olmaz. İnstagram sayfalarından ürünlerini inceleyebilirsiniz. Kaçkar Dağlarından topladıkları otlarla yapılan reçeller, sirke, bal ve birçok şifalı otları sipariş vermeniz mümkün. Bu molalar sonrası haydi bakalım Sal ve Pokut’a!

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/camlihemsin-sal-yaylasi-pokut-ve-huser-yaylalari/

DOĞU KARADENİZ-YAYLALAR

Geçtiğimiz sene Batı Karadeniz’i Akçakoca’dan başlayarak Sinop’a kadar dolaşmıştık. Bu yıl da Trabzon- Artvin arasını planladık. Aslında Trabzon, Rize, Artvin; yaylalarını, dağlarını, şelaleleri ve göllerini dikkate aldığınızda bir hafta on günde gezilecek yerler değil. Vakit ayırmak, araştırmak, keşfederek, telaşsızca gezmek lazım. Size bu yazıda anlatacağım yerler bu nedenle Çamlıhemşin ve Macahel ile sınırlı. Altı günlük bu seyahati iki merkezle kısıtlı tuttuk ki o bölgeleri daha detaylı görelim.
1.Gün : HAMSİKÖY VE SÜMELA

Hakiki Osman Usta. Lütfen yüzünü hafızanıza kazıyın.

THY Trabzon uçağı sabah 7 suları olunca gün doğmadan yollara düştük. Teknik arıza açıklamasıyla uçağın içinde bir saat bekledikten sonra başka bir uçağa nakledildik. Bütün bunlar Trabzon’a iki saat gecikmeli varmamıza yol açtı. Araç kiralama şirketi havaalanının dışındaydı. Üstelik Trabzon, Arap turist akınına uğradığı için, kiralama şirketleri, lokantalar, oteller kısaca her yer çok yoğun ve kalabalıktı. Yayla yollarını dikkate alarak altı yüksek, 4×2 SUV araç kiraladık. Buna rağmen zorlandık. Aracımızı aldıktan sonra ilk durağımız Hamsiköy oldu. Niyetimiz burada sütlaç yemekti. Yola çıkmadan önce gezilecek doğal ve tarihi yerlerin yanı sıra yemek yiyeceğimiz güzel yerleri de çalışıyorum. Osman Usta’yı bulmak üzere aracımızı park ettik. Ancak kısa bir süre içinde fark ettik ki Hamsiköy’de neredeyse bütün lokantalar Osman Usta, Hacı Osman, Öz Osman, Canım Osman… Bunca Osman’ın içinde 52 senedir bu işi yapan Osman Usta’mızı neyse ki bulduk. Bulduğumuz gibi de masamızı donattık. Osman Usta her şeyi mis gibi tereyağ ile yapıyor. Etli kuru fasulye, pilav, köfte, yoğurt çorbası ve sütlaçları afiyetle yedik. O gün sevgili Ela’nın doğum günüydü ve Hamsiköy’de en güzel kutlama sütlaca dikilen mumu üfleyerek olur diyerek pasta niyetine sütlaç kaşıkladık.

Yola Devam: Sümela

Maçka’dan çatal olan yol, Sümela ve Hamsiköy olarak iki yöne devam ediyor. Bu yüzden aynı yolu Maçka’ya kadar geri dönerek Sümela’ya devam ettik. Aracımızı zorunlu olarak park ettikten sonra manastıra minibüslerle çıktık. Yol boyunca tur grupları ya da  Arap turistlerin fotoğraflarını çekmek yolda olmanın ilk kuralı. Kısa bir yürüyüşün ardından Sümela’ya vardık ancak tadilatta olduğu için bir kısmı kapalıydı. Restorasyon ve çevre düzenlemesini yapıyorlar ancak duvarlarını korumaya almayı neden düşünmemişler çok merak ettim. Tapınak duvarlarının iç yüzündeki freskler isimler ve imzalarla doluydu maalesef. Sümela’nın karşısındaki Vazelon Manastırı daha eski ve orijinal halini daha çok koruyabilmiş. Ancak uçağımızdaki gecikme yüzünden günün yarısı yolda kaybolunca burayı görme şansımız olmadı. Sümela’nın da ardından bu gece konaklayacağımız Çamlıhemşin Patika Pansiyon’a varmak üzere yola devam…

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/dogu-karadeniz-yaylalar/

Batı Karadeniz: Gecikmeli Bir Seyahat- Temmuz 2021

Neden bugüne kadar gitmemişim, diye hayıflandığım sanırım ilk gezi oldu. Uzun zamandan sonra bir geziyi, gün gün ve hatta an be an kayda geçirmek istedim. Hafızamın artık beni zorladığı yaşlardayım. Zaten oldum olası aklımda isim tutmayı beceremezdim. Bir de böyle yoğun geziler hafızamı iyice zorluyor. O gün hangi koyda denize girdik? Yemeği nerede yedik? Gece nerede yattık? Eğer anında yazmazsam geçmiş olsun. Zaten uzunca bir zamandır, hakkında yazacak kadar zevk aldığım pek bir yer de karşıma çıkmadı.  Sanırım en son uzun uzadıya Prag seyahatini yazmıştım. Çünkü yıllarla birlikte yazma motivasyonumu belirleyen faktörler değişti. Üzgünüm ama artık, siz de benim gördüğüm yerleri görün diye yazmıyorum. Çünkü şunu biliyorum ki görmek kişinin kim olduğuyla çok yakından ilgili bir şey. Yani aynı denize bakarak, aynı dağlarda yürüyerek ya da aynı elmayı yiyerek aynı deneyimi yaşamış olmuyoruz. Bir diğer konu da şu; seyahat etmek tüketmek olarak deneyimlenen bir şey olmamalı. Bilakis yaratıcılığı, bilgiyi, hayal gücünü ve neticede üretimi besleyen bir şey olmalı. Bunu soyut ya da somut bir üretimle sınırlamıyorum. Hikayenin sonunda, yüklendiğim duyguyla, düşüncemle, yol boyunca kurduğum ilişkiler ve tanışıklıklarımla kendimi çoğaltabilmişsem, işte o zaman yola çıkandan farklı bir bene dönüşmüş olurum. Çoğalırım. Üretim diyerek kurduğum bağlam bu. Ve elbette bu yüzden bir süredir seyahat yazılarım azaldı. Tek sebebi bu. İnsanın kendini çoğaltabildiği yolculuklar çok fazla olmuyor. Ama şuraya gidin, bu yemeği yiyin, kalesine çıkın, yaylasında kalın, koyunda yüzün gibi bir kontrol listem elbette var. Bunu da instagram sayfamda takipçilerimle paylaşmaya çalışıyorum. Şimdi gelelim Karadeniz’e. Bana uzun bir zamandan sonra blog yazma motivasyonu veren Batı Karadeniz’e… Karadeniz’e birkaç defa gittim ama her ikisinde de doğu tarafına.  Ve bu geziler iş hayatının izin verdiği kısıtlı sürelere sıkışık olunca gördüm mü gördüm diye geçen, duygusu içime tam yerleşemeden biten ve orada olmanın, sosyal çevre tarafından genel kabul görmüş ritüellerine dokunan geziler olarak kaldı. Ayder Yaylasına gittin mi? Gittim. Sütlaç yedin mi? Yedim. Sümela Manastırına çıktın mı? Çıktım. Uzungöl’ü gördün mü? Gördüm. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu… Hayatımın büyük bir kısmı yine o planlı, programlı, saatli iş hayatının bana verdiği alışkanlıkla, dakika dakika planlanmış ve öngörülebilir geçti. Bunu kırmak için attığım en büyük adım bankacılığı bırakmaktı. Ama şunu da söylemem gerekir ki sistem bunun üzerine kurulu olunca, ben bıraksam da sorular beni bırakmıyor. Üstelik soranlar sizlersiniz. Sizlerin bilme istenci. Ne zaman yola çıkacaksın? Kaç gün kalacaksın? Ne zaman döneceksin? Nerelere gideceksin? Bütün bir yılını Aralık ayının son gecesi planlayanlar var mı aranızda? ( Bu sene gideceğim yerleri şimdiden seçtim. Hatta biliyor musunuz henüz doğmamış çocuğumun, bir gün doğarsa gideceği okulu da şimdiden seçtim. Evet gittim parayı da yatırdım. Ne de olsa para her şeyi çözer. Şimdi tek hedefim doğmamış çocuğumu doğurmak. Neyse bu iç ses konuşmaları uzar gider en iyisi parantezi kapatmak. ) Bütün bir yılın planını aralık ayının son gecesi yapanlar diyordum. Heh! aranızda onlardan varsa size önerim; bankacılığı bırakın. 🙂

Hayatımda çıktığım ilk plansız gezi budur. En özeli de bu oldu. Kendimi yola bıraktım. Yolda olmak dışında bir şeyle ilgilenmedim. Yol bana yol arkadaşları getirdi. Tanıştım, zenginleştim, öğrendim. Yeri geldi benzinimiz bitti. Elime bir bidon alıp minibüse bineyim diye düşünürken Efe, “anne gittiği kadar gidelim, durduğu yerde bakarız,” dedi. Boşa takarak on kilometre gittik. Durduğu yer Bartın oldu. İnsan kendini akışa bırakınca hayat da yumuşuyor. Geziyi anlatmaya başlamadan önce hazır da çenem düşmüşken bir şey daha söyleyebilir miyim? Fotoğraflardan görüyorsunuz benim iki çocuğum var. Efe ve Ela. Doğdukları günden bu yana, keşfetmek isteyen, dağ bayır gezen, dünyanın sınırlarını merak eden insanlar olmalarını hayal ettim. Uzunca bir süre, seyahatler öncesi  bendeki hevesi onlarda göremedikçe içten içe üzüldüm. Evdeki odalardan birinin duvarını dev bir dünya atlasıyla kapladım. İlgilerini ne zaman çekecek diye bekledim. Şimdi biri 17 diğeri 11 yaşında. Ve her yolculuk öncesi heyecanlılar. Üstelik yolculuk, nereye gittiğinden ziyade yolda kiminle olduğunuzla da ilgilidir. Hani dedim ya en başta, aynı şeye de baksak aynı deneyimi yaşamayız diye. İşte buna bir cümle daha ilave ediyorum. Yoldaki deneyimin tadını belirleyen şey yol arkadaşıdır. Efe ve Ela bana bu gezide öyle bir yol arkadaşı oldular ki! Yeni demlenmiş bir çayın kokusu, soğuk bir havada üstünüze çektiğiniz yumuşacık battaniye, sobada pişen kestanenin çıtırtısı, yazın annenizin kestiği buz gibi karpuz, ilk meyve veren ağacınız, elinize sürünen kedinizin ipek tüyleri… İşte benim yol arkadaşlarım. Nerede kalmıştık. Henüz başlamamıştık. Tamam, o zaman şimdi başlayalım.

AKÇAKOCA

İzmit’li olmama ve on sene boyunca Kartepe’de bir evimiz olmasına rağmen Akçakoca’ya hiç gitmemiştim. Sevdiğim ve müteşekkir olduğum bir ahbabımızı görmek, çocuklarımı da onunla tanıştırmak amacıyla Akçakoca’ya varmak üzere yola çıktık. İlk durağımız Sapanca oldu. Titiz Izgara’yı ailecek çok severiz. Kahvaltısı, köftesi, sütlacı çok güzeldir. Kartepe anılarımızı yad ederek güzel bir yemek yedik. Yemek sonrasu yaklaşık 1,5 saat daha yol yaptıktan sonra Akçakoca’ya vardık. Bizi püfür püfür esen güzel bir rüzgar karşıladı. Geniş bir kumsalı var buranın. Gezimiz boyunca hep bir yerleri bir yerlere benzettik. İlk benzettiğimiz yer Akçakoca sahili oldu. Birkaç yıl önce San Francisco’dan LA ‘e Route 1 dedikleri sahil şeridini takip ettiğimiz bir yolculuk yapmış, yol üzerinde beğendiğimiz kasabalarda iki gece konaklamıştık. Bu kasabaların aynı Akçakoca gibi geniş sahili vardı. Kocaman dalgaları olan bu sahillerde oyunlar oynamıştık. Akçakoca da sanki okyanus kıyısı gibi bir sahile sahip. Başka bir plan dahilinde buraya uğradığımız için, içini gezmedik. Ancak batısındaki Ceneviz Kale’sini erken gelip görmediğimiz için pişmanız. Aslında bu beldeye bir tam gün ayrılır. Çünkü sınırları içinde Aktaş Şelalesi, Fakıllı Mağarası, Kurugöl Kanyonu gibi görülesi yerler var.

Gelelim bize. Biz geceyi Amasra’da geçirecektik. Bu yüzden yolcu yolunda gerek diyerek sohbeti balla bile kesmekte zorlanarak, yola revan olduk. Bizi uğurlayan ahbaplarımıza el sallarken şöyle bir cümle duydum. “Ne mutlu, işte bu; mürüvvet.” Arabayı kullanmak üzere Efe direksiyona geçmişti. Bu cümle, bu yüzden kuruldu. Ve bendeki etkisi tüm gezi boyunca sürdü. Oğlumun mürüvvetini görmüştüm işte. Daha doğrusu yaşadığım mürüvveti o cümle sayesinde fark ettim. İstanbul’a dönüşte Ela bana kahve pişirdi. Bu onun elinden içtiğim ilk kahve oldu. Bu da kızımın mürüvveti.

Gece on suları Amasra’da olduk. Amasra Akçakoca arası yaklaşık üç saat. 1. GECE KONAKLAMA AMASRA

Amasra’yı bize şahane bir insan gezdirdi. Akçakoca’daki güzel insanlar vasıtasıyla tanıştık. Bir yeri rehberle gezerken genelde bilirsiniz ki o an can kulağıyla dinlediğiniz şeylerden akşam aklınızda sadece bir iki kelime kalmış. Yeni bir şey öğrenmek çocukluktaki gibi olmuyor elbette. Çocukken hafıza, sınırları olmayan gökyüzü gibiydi. Şimdiyse… Gezimize önce müzeyle başladık. Amasra böyle ufacık tefecik içi dolu turşucuk bir yer. Bana İtalya’nın renkli, biblo misali güzel kasabalarını anımsattı. Bakınız Cinque Terre! Yüz yıllara, hatta bin yıllara uzanan tarihini korumayı başarmış ender yerlerden. Müzenin bahçesindeki mezar taşlarını okuyarak başladık gezimize. Bize eşlik eden dost, sanki bir pedagog. Öğretmeyi eğlenceli hale nasıl getireceği hakkında doğuştan bir yeteneğe sahip. Yunanca ‘da hangi harf nasıl yazılır ve okunur? O zaman bu mezar taşında ne yazıyor? Bakın çocuklar o zamanlar (hangi zamanlar? Romalılar!) her ölü, sağlığında yaptığı işle anılır ve mezar taşına o sembol konurdu. A o zaman burada yatan bir denizci! Evet denizci. Bak Ela, kadınların mezar taşları hep çiçek. Biz böyle böyle müzeyi gezdik. Amasra’nın sokaklarını arşınladık. Bakın size bir mezar taşı okuyacağım şimdi. “Rahmetinle geldin kabrim başına, hak kabul etsin duan gitmez boşuna, kerem-i Mevla yetiştirdi 62 yaşına.” Mezar taşları acaba bir şeye işaret etmiyor mu? Bin sene önce de yaşasa ve nerede yaşarsa yaşasa insan işte hep aynı insan. Artık ben yokum, bu da benden kalan hoş bir seda. “Mezar Taşı.” Sanırım yazmak da benim için bir mezar taşı. 

Sevgili dostumuz bizi meydanda bir hamama götürdü. Henüz turistlerin talanına uğramamış bu antik hamamın duvarlarında gemi figürleri vardı. O zamanın grafitisi. Restorasyon yapılması halinde sıvayla kaplanacak olan bu resimleri neyse ki gördük. Denize açılan kocalarının sağ salim geri dönmesi için duvarlara çizilen, bir nevi adak ağacına asılan mendil vazifesi gören çizimler bunlar. Tarihi kapıların üstlerinde hep şehrin amblemi. 3.000 yıllık bir tarih. Çeşm-i Cihan! Dünyanın gözbebeği: Amastris.  İsmini aldığı kişi Büyük İskender’in baldızı. Helenistik kraliçe. İ.Ö 300-286 yıllarında burada kraliçelik etmiş. Bütün sokakları gezdik. Sıcak bir gün olmasına rağmen gölgeli taş sokaklar ve devamlı esen rüzgar yürümemizi kolaylaştırdı. Feneri karşımıza alıp, tepedeki banklara denize ve rüzgara karşı oturduk. Denizcilerin özellikle fırtınalı gecelerde Amasra’yı bulup gemilerini sağ salim limana sokabilmeleri için üstünde ateş yakılan kayaya, yani fenere bakarak dinlendik. Cenevizlilerden beri orada öylece duruyor. Cenova armalarını kale kapısında ve sokaklarda karşınıza çıkacak yuvarlak kemerli abbaralarda göreceksiniz. Hemen yanında da o dönemin güçlü ailesi kimse onu sembolize eden bir figür. O aileler kimlerdi, nasıl yaşadılar? Bugün isimlerini merak etmiyoruz. Ama hala çarşı hamamı, köprü, kale, duvar süsleri bizim için merak uyandırıcı. O gün, o denize bakarak yaşayanlar kimlerdi? Tekneler yapan, balık avlayan, kale kapılarının koca kütüklerini açan, kapatan, hamamın içine muradına ermek için tekne resimleri çizen halk genel olarak nasıl yaşadı? Cennete benzeyen o coğrafyanın tadına varacak bir düzen kurmayı becerebilmişler miydi? Ara Güler, İngiltere kraliçesinin hayatı bir boka yaramaz  hayat dediğin küçük insanların hikayesidir demişti ya hani… Gezimizi noktaladığımız yer Konak Cafe oldu. Küçük Liman Caddesi’ndeki denize nazır bu şirin kafenin ballı bademli dondurması çok güzel. Ama ben yine de sade bir Türk Kahvesi alayım. 

Hüseyin Bey, Amasra için çok emek vermiş, bilgisini, becerisini o yörenin insanları için cömertçe sunmuş biri. Bizimle olan kısacık temasında bile Amasra’ya olan tutkusunu, sevgisini hissettik. Üstelik paylaşmaktan, anlatmaktan keyif alan samimi yapısıyla, sanki uzun yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz da bir süredir görüşmemişiz gibi bir duyguyla vedalaştık. Amasra’ya dair son fotoğraf onun kadrajından bir kare olsun. Bir sonraki konaklamamız Cide olacaktı. Ve Cide’ye kadar olan yol planımızı da cebimize koyarak yanından ayrıldık. 

BARTIN- ÇAKRAZ

Amasra’ya gelirken çok az benzinimiz kalmıştı ama bizi otele götürmeye  yeter diye düşünmüştük. Nitekim yetti. Ancak ertesi gün gezimiz bitip yola çıkarken  Amasra’da bir benzinci olmadığını öğrenmek bizi strese soktu. Siri’ye en yakın benzinciyi bul dedik. Sağ olsun buldu da. Ancak vardığımız yerde benzin yoktu. Hani şu no name benzinlikler olur ya genelde mazot satarlar. Neden orada o tesisi kurduğu ve ne satarak geçindiğini anlayamadığımız yerlerden. Marketi de var ama bomboş. İçeriden kafasında kovboy şapkası, ayağında yıldızlı botları, belinde silahı bir Amerikalı çıksa ne işi var bu adamın burada demeyeceğim tarz bir benzinci. Peki en kötü ne olur diye hızla düşünüp, ne olacak ya bir minibüse atlar en yakın benzincinin olduğu Bartın’a gider, bir bidon benzin alıp dönerim hemen, dedim. Bidon var mı sizde? Kovboy: Yok. O da yok ha! Minibüs ne zaman geçer? Bir saat sonra. Efe: Anne, hadi! Gittiği yere kadar… Gittiği yer Bartın Petrol Ofisi oldu.  Hadi madem:) Yola devam. Cebimize koyduğumuz haritadaki ilk durak Cide yolu üzerindeki Çakraz.

Çakraz bana huzura ermek için ihtiyaç duyduğum her şeyi sundu. “Senin varlığın yeter,” deriz ya hani. İşte öylesi bir yer. Köyün içinde minik bir meydanı ve elbette camisi var. Pideci, tüpçü, dondurmacı, mayocu, bakkal…  Daracık bir sokağın bitimini T şeklinde kesen, nispeten daha büyük bir caddenin bir yanı, boylu boyunca sahil. Kumluk alandan denize girmeye karar verdik ama mayomuz yoktu. Dükkanlardan birini gözümüze kestirdik. Çiçekli bir patiska, rastgele kesilerek kornişe asılmış, al sana şahane bir kabin olmuş. Bu mayolar kaça? 50 lira.  Ama şunlar var, kırk. Efe’ye bir mayo, bana bir deniz havlusu, Ela’ya bir deniz gözlüğü. Üstüne bir de halhal. Hem de ipine deniz minareleri dizilmiş. Hepsi ne tuttu ? 90 tl. Sağ ol… Hadi şimdi denize. Ama önce taş -kağıt- makas. Önce ben gireceğim deseniz bile bunun bir kuralı var. Taş kağıt makasta yenileceksiniz. Deniz tipik bir Karadeniz. Hırçın, öfkeli, başı dumanlı, kafası  karışık, grinin tonlarında, kum yok, yumuşak kaçar böyle bir karakter için kum. Onun yerine çakıl ve daha büyücek taşlarla dolu. Zemin dengesiz elbette. Güvenme sakın. Adım adım yürürken altından kayıverir. Hiç mi güzel tarafı yok? Olmaz mı? Sürprizli, heyecanlı, eğlenceli, deli. Aşkla tarifleyelim o zaman biz bu denizi. Aşk malum kalp yorar. Düşüncelerini, ruhunu her şeyini ister. Yetmez, uykunu da ister. Yani aşk genç işidir. (Tamam umudunuzu elinizden almak için söylemedim, yeri gelir yaşa başa bakmaz herkesi bulur.) Ama ben çocuklarım aşkına girdim bu denize. Beni yorar. Efe ve Ela çılgın. Atlamalara, zıplamalara, dalmalara doyamadılar. Sonra bir an geldi, genç de olsan yorulursun ya hani,  ancak o zaman çıktılar denizden. Hemen orada bir çeşmede kumlarımızı akıttık. Duşa gerek yok. Deniz zaten az tuzlu. Yolun ortasında ya da kenarında bir yerde birbirimize havlu tutarak giyindik. “Ya çocuklar ben denize yürüdüğümüz o dar sokakta bir pideci gördüm, orada yiyelim mi? ” Önerim oy birliği ile kabul gördü. Pidecide sokağa konmuş bir masaya geçtik. Yanımızda sokağın kedisi, köpeği, muşamba kaplı masamız,  silmese de olur bir bez. Çok da umurumuz değildi hani bezin kiri pası. O sırada içerideki taş fırından gelen kokuyla daha çok ilgiliyiz. Ve derken bir güzellik oldu. Yağmur başladı. O gün, o sokakta, o masada, yerler ıslak, yağmur hafif hafif yağıyor, denizin kokusuna yağmurun toprakla buluştuğu anın kokusu da karışmış, benim huzura ermek için aradığımın fazlası bu. Çakraz, anılarımda öyle güzel kalacaksın ki. Çocukluk anılarım gibi oldun. Buzdolabıyla duvar arasına sığınan minik kedi, yorgun köpek, iki güzel çocuk, odun fırını, hormonsuz bir masa. Bu güzelliği dondurdum ben. Artık bende. 

HİSARKÖYÜ

Kurucaşile-Amasra karayolu üzerinde doğuya doğru yaklaşık 8-10 km gittikten sonra dik dağların arasından inen yolun vardığı kıyı Hisar Köyü. Köy, Cenevizlilerden kalan mirası devam ettiriyor. En önemli geçim kaynağı ahşap tekne ve yat yapımı. Hatta ürünleri Karadeniz’in sınırlarını çoktan aşmış. Buraya bir çay içimi uğrayabilirsiniz. Sahilde deniz feneri ve  uzun bir dalga kıranı var. Ve yan yana dizilmiş tersanelerin arasından geçerken iyi fotoğraf alabileceğiniz görüntüler de cabası. Bundan sonraki durağımız saklı bir cennet Gideros Koyu oldu. 
GİDEROS KOYU


Buraya erken gelsek denize girebilir ya da tekneyle koyda gezinti yapabilirdik. Ancak gelişimiz günün sonunu buldu. Çünkü buraya kadar uğradığımız yerleri de hızlı geçmedik. Sanki günü orada bitirecekmiş gibi saate bakmaksızın, sıkılana kadar kaldık. Bartın- İnebolu yolu üzerinde giderken solda Gideros tabelasını göreceksiniz. Denize doğru inen virajlı, dar yolun sonunda sizi karşılayacak doğa muhteşem. Burayı da görür görmez Avusturya’nın minik cenneti Hallstatt’a benzettim. Hatta daha da güzel olabilir çünkü burada hiç ev yok. Size eşlik eden yeşil başlı ördekler var. Çay, kahve içeceğiniz hatta açsanız karnınızı doyuracağınız denizin hemen dibinde, ağaçlar içinde bir restoran mevcut. Hatta üst katını pansiyon olarak kullanıyorlar. Günün yorgunluğuyla acaba daha yol yapmasak ve burada mı kalsak diye düşündük. Hatta çıkıp odaya da baktık. Fakat sadece manzara satarak turistik tesis olunmuyor. Bize göre asgari temizlik şartı sağlanmamış ve  ancak mecbur kalırsak yatacağımız bir yerdi. Buna rağmen üçümüzün bir gecesi için 500 TL ücret istemeleri de tuhaftı. Gezimiz boyunca kaldığımız yerlere ödediğimiz ücret 300-350 TL arası oldu. Konaklamak için Cide’ye devam ettik. Araları yaklaşık 14 km. Cide’nin kocaman sahil şeridinin üstünde temiz bir otel bulduk. Balkonu alabildiğince Karadeniz manzaralı. Odası geniş ve gece boyunca balkon kapısından içeri vuran dalga sesleri ninni niyetine sizi uyutma garantili.  
İkinci gece konaklama: CİDE

Güne Rıfat Ilgaz evini ziyaret ederek başladık. Yazar 1911 yılında Cide’de doğmuş. Şu sözlerle anlatıyor Cide sevgisini. “Cide doğduğum eşsiz, benzersiz memleket… Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş.” 1975 yılında Cide’ye yeniden geri dönmüş.  Onu Cide’ye bırakan arkadaşı, “Cide güzel memleket ama kuşkuluyum kışı burada geçirebileceğine,” demiş. Rıfat Ilgaz’ın cevabı çok kesin olmuş. “Yalnız kışı değil… Geriye kalan bütün yıllarımı…” Evin içinde eşyaları, kitapları, el yazısıyla aldığı notlar, günceleri, duvarlarda fotoğrafları, daktilosu ve onu daha yakından tanımamızı sağlayacak pek çok şey var bu müze evde. Cide’nin meşhur sarı yazmasının adını verdiği kitabı, duvarda son şiirim dediği bir şiir: Tarih 19 Eylül 1991 “ Elim birine değsin, ısıtayım üşüdüyse, boşa gitmesin son sıcaklığım.”  Evi gezdikten sonra sokaklarını dolaştık. Seneler öncesinden kalmış nostaljik dükkanlar cadde boyunca dizilmiş başka bir zamanı yaşıyor. Cide’nin helvası meşhur. Cevizli helva adı. Şeker, yumurta akı, limon, ceviz. Geçenlerde Ela rüyasında benim öldüğümü görmüş ve korkarak anlattı. “Ne gördün annecim anlat bakayım” dedim. Lokum zehirlenmesi dedi.😃 Gerilim o an sona erdi. Bana da ancak böyle bir ölüm yaraşır çünkü. Gezdiğim yerlerin lokumu, şekeri, helvası, ezmesi… Bana sorun. Bulurum. Öyle bir yerim ki zehirlenmeye ramak kala da dururum. Bugünün programı biraz yoğun. Program dediğim o an Cide’de oluştu. Sahilde ahşap bir kulübe turist ofisi gibi bir yere benziyordu. Önünde durdum. Cide diye kapağı olan kalınca bir kitap gözüme çarptı. Satılık değildi ama alabilirsiniz dediler. Öyle çok işime yaradı ki devamında gördüğüm birçok yeri kitaptan referansla buldum.

İlk durak LOÇ VADİSİ

Buradaki seyir terasını görmek istedik. Loç Vadisi Cide’nin merkezine yaklaşık 25 km. Küre Dağlarının tam orta yerinde. Navigasyona girip yola koyulduk.  Ama yol hem çok virajlı hem de belli bir yerden sonra asfalt değil. Bu yüzden gün içinde yol planı yaparken km değil süreye bakın. Vadinin içinde irili ufaklı köyler var. Çamdibi Köyü vadinin merkezinde. Hemen caminin yanındaki kahvede, sanırım benzerine az rastlanır bir vadinin ortasında, okey oynuyorlardı. Ortamın güzelliğine dayanamadık ve oturduk çay kahve içtik. Seyir terasına nasıl ulaşacağımızı sorduk. Okey masası kalktı, dağların tepesine doğru parmaklar uzandı. İşte bak tam orası. Dağın başı duman, sis. Görünen bir şey yok. Ama o kadar kesin bir şekilde orada diyorlar ki. Görememiş olmak bizden ötürü demek ki, diyerek parmağın ucudaki dağa doğru yola koyulduk.

 

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/bati-karadeniz-gecikmeli-bir-seyahat-temmuz-2021/

Çin’e Yolculuk (Hem de Covid Günlerinde)

fotoğraf inc.com sitesinden

Çin’in Wuhan şehrinde yaklaşık bir yıl önce ortaya çıkan corona virüsünün, hızla dünyayı sardığı, yazıyı yazdığım an itibariyle 1.607.276 kişiyi öldürüp, tüm dünyada 50 milyondan fazla kişiye bulaştığı bu günlerde yaptık Çin yolculuğumuzu.  Tam tarih vermek gerekirse 8 Aralık 2020, Saat 18.35 TK 0072 sefer sayılı uçak. Ne işimiz mi vardı? Vardı işte. O kısmı uzun uzun anlatamayacağım. Zaten covid yorgunuyum. Alana geldik, uzun zamandır Çin uçakları son dakikada iptal olduğu için uçak doluydu. Sanırım Ekim ayında İstanbul-Şangay seferini yapan uçak, Şangay’a vardığında uçaktaki yolcularda 9 pozitif vaka görüldüğü için beş hafta süresince Türkiye’ye uçuş yasağı koymuştu Çin. Bu yüzden bizim Kasım ayındaki iki ayrı uçuşumuz iptal oldu. En son 8 Aralık için biletler alındı. Yolculuk Guangzhu şehrineydi. İstanbul- Guangzhu yaklaşık 10 saatlik bir uçuş. Öncelikle size Çin’in vize koşullarından bahsedeyim. Malum turistik vize verilmiyor. S1 denen vizeyi aldık. Ardından Çin konsolosluğunun belirlediği hastanelerden birinde 48 saat öncesine kadar olan bir zaman dilimi içinde antikor ve pcr testlerini yaptırdık. Ümraniye’de bulunan Üsküdar Ünv. NP Beyin Hastanesi çok temiz ve çok hızlıydı. Tavsiye ederim. Biz salı günkü uçuşumuz için pazartesi sabah 9.00 kan verdik ve aynı gün akşam sonuçları aldık. Ardından bu sonuçları Çin konsolosluğunun internet sitesindeki alana, pasaport bilgilerinizle birlikte girmek zorundasınız. İlgili yere, laboratuvar sonucu görüntüsünü de taramanız gerekiyor. Sonra beklemeye geçeceksiniz. Çinliler lütfedip bunları inceledikten sonra size bir kare kod gelecek.  İşte bu kare kod mühim. Önce sarı renk olacak, inceleyip onaylandığında yeşile dönecek. Yeşile dönmezse yandınız! Pasaport, kare kod, pul, 75 kg erzak, Efe (17) Ela (10) ve ben yola koyulduk. Valizlerimizden biri bulgur, mercimek, annemin yufkaları, kabartma tozu, kakao, fındık, çay, zeytin, peynir, hurma, kuru incir, hazır çorba, hazır bulgur pilavı, ton balığı gibi köyünden İstanbul’a gelen birinin yanına alacakları + bir beyaz yakalının yanına alacakları ve aslında yanında olmasa da olurlarla doluydu. Şimdi Çin deneyimi olmamış birine kakao, vanilya, çubuk tarçın falan saçma gelir ama inanın Çin’de herhangi bir markette bildiğimiz bir ürünü bulmak, kare kodun yeşile dönmesinden daha zor. Neyse valizleri vermek için bankonun önüne geldik, güzel bir uygulamayla karşılaştık. İşçi hakları gereği tek bir valizin 35 kg den fazla olması yasakmış. Kaldırırken belleri incinebilir ki haklı bir kaygı. Bizim valiz 40 kiloydu ve ”Hüseyin inşallah belini incitmedin kardeşim.” diye buradan sorayım. Ne diyorduk,  hemen oralarda değerinin on katına satılan bir el çantasına 150 tl bayılmak suretiyle peyniri, salçayı kurtardık. Tahin pekmezi de tabii. Valizler verildi. Duty Free alanına geçiş yapıldı. Bir de ne görelim! Biz ağzımıza çift maske takıp şükür Allah’a korunduk derken meğer fantezi yapıyormuşuz. Bir grup filyasyon ekibi bizi karşıladı. Önce gerçekten de alanda bir vaka var ve ekip gelmiş diye düşündük. Yanlarına yaklaştıkça baktık ki bizim biniş kapısı bu adamlarla dolu. Adam dedim çünkü neredeyse tüm uçak erkekti. “Efe maskeyi de mi atsak oğlum?” diye güldüm. Bu işte bir tuhaflık vardı. Ya bu adamlar abartıyor ya biz küçümsüyoruz, ya da farklı virüslerden korkuyoruz ilk düşüncem oldu. Neyse bu şaşkınlıkla bindik uçağa. Uçak ana baba günüydü. Yerimizden kalkmadan, tuvalete bile gitmeden, maskemizi çıkartmadan uçuşu tamamladık.

Şimdi dikkat, çünkü indik ve  asıl olay buradan sonra başladı. Önce kolumuza bir numara yapıştırdılar. 75-76-77, bizim numaralarımız buydu. Sonra yüz adım civarı yürüyüp bir alana geldik. Orada bizi gruplara ayırdılar. Her yerleri koruma kaplı Çinliler bir masanın başına geçmişti. Kol numaramıza göre bizi kaydettiler. Ateş ölçümümüz yapıldı. Sonra kafile ilerledi. Kayıt sırasında sanırım elimize bir form verdiler. O kısımları Efe takip etti. Şu meşhur kare kodu gösterdik. Pasaport ve bunlara bakıldıktan sonra uzun bir kuyruğa girdik. Kuyruğun ilerlediği yerde sıra sıra masalar vardı, her bir masanın arkasında bir Çinli ve masanın üstünde ıvır zıvır. Önce o masalarda kan alınıyor sandım. Fotoğrafları doğru düzgün çekemedim, her yerde kamera yasağı var çünkü. Biz tam o masalara yaklaşmıştık ki Efe’nin yanına bir Çinli geldi. Çince bir şeyler söyledi. Onlar o kadar özgüvenli ki dünyadaki herkesin Çince bildiği kabulüyle hareket ediyorlar. Ve onlar o kadar özgüvenli ki uluslararası iş yapan adamlar bile İngilizce bilmiyor. Bunu özgüven olarak açıkladığıma bakmayın elbette dalga geçiyorum. Bunun gerçek sebebi halk olarak dışa öylesine kapalılar ki dünya Çin’den ibaret gibi bir yanılsama içindeler. Elbette bu yanılsamanın ana sebebi kurdukları yönetim sisteminin tam olarak bunu hedeflemesi. Çin’de asla bir otelde, havaalanında, turistik bir yerin girişinde, dünya mutfağı sunan bir güzel restoranda İngilizce konuşan birine rastlama şansınız yok. Olur da rastlarsanız ona “şi şi” deyin. Teşekkür edin. İçinizden de, “Allah razı olsun” deyin. Çünkü gerçekten o kişi bir mücevher. 

Efe’yi neden kenara çektiklerini önce anlayamadık. Sonradan fark ettik ki yürüdüğümüz koridorun tepesinde henüz masalara gelmeden konmuş termal ısı ölçerler varmış. Efe’nin ateşi de 37 derecenin üstünde olunca cihaz Efe geçerken sinyal vermiş. Efe’ye, “Siz şurada bekleyin,” dediler. Biz de Ela’yla geri döndük ve Efe’nin yanına geldik. O sırada önümüzden 260 yolcu geçti. Oğluma dedim ki; “Ekim ayında uçaktan inen insanların dokuz tanesi pozitifse, bu uçakta pozitif vaka olmama olasılığı sence nedir?” Gülümsedi. Eğer biz sağlamsak bile bu yolculukla birlikte yüksek riske maruz kaldığımızı ilk orada düşünürken, Efe’nin 2 kere daha tabancalı ateş ölçerle ateşini ölçtüler. 37.6, 37.3, 37.1. Biz yine endişe etmiyoruz. “Oğlum 37 yüksek bir ateş değil, korkacak bir şey yok,” diyorum ama insan elbette, acaba mı diye düşünüyor. Ve her kestirmece düşünce gibi, “maskeni doğru düzgün takmadın, burnun dışarıda sürekli,” gibi suçlayıcı bir saçmalıkla, oğluma bir iki cümle kurduğumu itiraf etmeliyim. “Özür dilerim Efe.” Tabancanın yanlış ölçme ihtimalini onlar da hesaba katmış olmalı ki koltuk altı derecesiyle iki defa daha ölçüm yaptılar ve her seferinde 37 üstü çıkınca, talihsizliğimizin başladığı o cümleyi kurdular. “Karantina oteline gidebilmeniz için ateş sınırı 37, bu yüzden sizi hastaneye götürmek zorundayız.”  Çin’e geçen sene geldiğimde elektrikli motorla kaza yapıp iki kaburgamı çatlatmıştım. Oradan edindiğim hastane deneyimim var. Umarım böyle bir deneyim kimse yaşamaz. İletişim sorunu böyle anlarda krize dönüşüyor çünkü. Efe’yi tek başına onlarla bırakmak ve bizim kafileyle birlikte karantina oteline gitmemiz söz konusu olamazdı elbette. Bu yüzden “siz ne yapacaksınız?” diye bize sorulduğunda, “biz de Efe’yle hastaneye gideceğiz,” dedik. Bu arada alandaki tüm yolculara kan testi yapıldı. Boğaz ve burundan numuneler alındı ve işi biten herkes alanı boşalttı. Orada sadece biz kaldık. O kadar kuralcı bir millet ki pratik çözümler yanlarından bile geçmemiş. En az 30 kişi pasaport bilgilerimizi alıp muhtelif ekranlara girdi. Bir o kadar kişi İstanbul’da yaptırdığımız test sonuçlarını onlarca forma girdi. İnsan çokluğundan olsa gerek örneğin bir masada dört kişi var, biri pasaporta bakıyor, diğeri bilgisayara bakıyor, bir diğeri bunu yapanlara bakıyor. En nihayet sanırım beş saat geçtikten sonra, her birimizin eline üçer adet tahlil tüpü verdiler ve sekiz numaralı tahlil odasına gittik. Kapısında bizim dışımızda bekleyen 2-3 kişi daha vardı. Diğer odaların kapısının önü boştu. Normalde kapılarda numaratör olsa ve boş olan odadaki görevli, düğmeye basıp sıradakini alsa (bankacılığı yeni bıraktım da gişe sistemine çok alışığım) o kuyruk daha hızlı erir. Ama onlar için hız önemli bir kavram değil. Hızı geçtim, uygulama mantıklı değil. Bunu kendileri de anlamış olmalı ki bizi yeniden o üç kişinin durduğu bilgisayara götürdüler. Elimizdeki tüplere sekiz numaralı oda diye basılan barkodun yenisini çıkarttılar ve on numaralı odada tahlilleri yaptırdık. Sonra yine bekleme faslı. O arada robot giyimli insanlar sürekli yanımıza geliyor, bir şeyler diyorlar, anlamıyoruz. Google çeviri açılıyor. Türkçe küfürler ediliyor. Onlar genelde telefonlarına Çince konuşuyor, sonra telefon bunu İngilizce olarak yazıya döküyor, o yazı bize gösteriliyor, Efe İngilizce cevap yazıyor, o yazı Çince yazıya çevrilip onlara gösteriliyor, onlar Çince olarak Efe’ye cevap veriyor. Efe bu sefer Türkçe olarak “ya İngilizce! İngilizce! Anlamıyor musun? Bilmiyoruz Çince” diyor. Bu sahne böyle, diğer sekansa geçemeyen takılmış film gibi kendini tekrar edip duruyor. 

O sırada aklıma valizlerimiz geldi. O kadar çok ki. Acaba onlara nasıl ulaşacağız diye düşünürken yanımıza gelen Çinli, bize muhtelif valiz fotoğrafları gösteriyor, “bunlar sizin mi?” Siz zaten robot giyimlisiniz size bir virüs bulaşması imkansız, e ben de maskeliyim, size eşlik edeyim valizleri göstereyim, siz de alın diye Google üzerinden önerilerde bulunsam da KURAL 1: Çin’de Çinlinin dediği olur. Buraya kadar olan kısımdan size çok önemli bir not. Eğer Çin’e gitmeniz kaçınılmazsa lütfen çantanıza bir ateş ölçer koyun. Uzun uçak yolculuğunun sonunda üstünüz de kalınsa mutlaka sıcaklayabilirsiniz. Üstelik 37 derece önemli bir ateş değil. O tabancayla kendinizi ölçün, 37.1 bile çıkarsa kontrol noktasından geçmeden önce giysilerinizi hafifletin, yüzünüze bir su dökün, kolonyalanın. Ne yapın edin 36.9’a inin. Bizi nereye götürdüklerini anlamadan kendimizi çantalarımızla birlikte bir ambulansta bulduk. En azından, Çince de olsa, götürdükleri hastanenin ismini bir kağıda yazdırmayı başardık. Ambulansa binince içinde bulunduğumuz durumun belirsizliği birden kafamıza dank etti. Cep telefonumuza gelen “Çin’e hoş geldiniz,” mesajını açarak, konsolosun bilgisine ulaştık. İnanın bu konuda çok iyi bir organizasyona sahibiz. Çağrı merkezi gibi bir yer açtı telefonumuzu. Kısa bir bekleme süresinin ardından canlı bir insana bağlandık. Başımıza geleni anlattık. Olur da covid çıkarsak Türkiye’de 18 yaş altına ilaç tedavisi yapılmıyor, bize herhangi bir ilaç verilmeden önce ne verdiklerini göstersinler ve rızamızı alsınlar dedik. İlgili kişi cep telefonlarımızı, T.C. kimlik numaralarımızı aldı. En kısa zamanda sizinle temasa geçeceğiz dedi. Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Hastaneye benzer bir yerin içine girdi ambulans. Adını sonradan öğrendiğim bu hastane “Guangzhu Chest Hospital” Göğüs hastalıkları hastanesiymiş. Henüz yoldayken konsolosumuz Selçuk Bey bizi aradı. Kendisine buradan da teşekkür ederiz. Cep telefonunu verdi. WeChat hesabı üzerinden ve whatsapp üzerinden sürekli bizi takip etti ve hastaneyle yazıştı. Elbette birçok kuralı o da aşamadı ama Çin gibi bir ülkede derdimizi anlayan birinin telefonun diğer ucunda olması bile rahatlatıcı bir duygu. Hastaneye vardık, valizlerimizle birlikte yan yana iki ayrı odaya yerleştik.

Hastane Günlüğü

Odaya ilk girdiğimizde, nasıl olsa havaalanında yapılan tahlil sonuçları çıkana kadar, yani iki, bilemedin üç saat burada kalacağız diye rahattık. Bu nedenle ortamın pisliğine, eskiliğine çok takılmadık. Hatta yataklara oturmadık bile. Ancak kısa bir süre içinde içeri elinde şırıngalarla görevliler girdi. Biz yine Google’a dönerek, “ya biz iki saat önce kan verdik, o kanın sonuçları çıktı mı? Bu ne kanı?” dedik. Türkiye’de olsa nasıl olur? Bir yerde kan mı verdiniz onun sonuçları e-devlet denen sisteme işlenir, hangi hastaneye giderseniz gidin o yer bu sonuçları ve hangi saatte yapıldığını görür. En azından ben böyle biliyorum. Bunlar dediler ki “orası ayrı bir yer, gümrük, onların yaptığı sayılmaz, biz de yapacağız.” O sayılmayan şey için beş saat bekledik ya biz!  Bunun önemi yok. Kural 1 neydi hatırlayalım. Çin’de Çinlinin dediği olur. Çaresiz kolları sıvadık. Göz yaşları içinde Ela, yine kan verdi. Sonraki günlerde sürekli, gözünün altını pışıkk der gibi açarak, “anne kanım bitmiş mi benim, bak” dedi. “Kanın bitti, hadi ye” diye ben ona çok güzel yemek yedirirdim ama içinde bulunduğumuz ortamda yedirebileceğim en iyi şey çubuk kraker olunca, “yok annecim bitmemiş” dedim.

Biz hala çocukça bir ümit içinde, verdiğimiz kan sonuçları negatif çıkacak, bizim hasta olmadığımızı görecekler ve “haydi karantina oteline götürüyoruz sizi” demelerini bekliyorduk ki “bu gece orada yatacakmışsınız” diye mesaj aldık. Prosedür böyle efendim, lütfen şimdi bana neden diye sormayın. Biz sorduk, aldık cevabımızı. O zaman ne yapalım? Yerleşelim bari. Fotoğraflardan da göreceğiniz gibi akıl hastanesi kıvamında, 1980′ lerin ya da daha da eskilerin Rusya’sının ruhsuz ve döküntü binaları gibi hatta Çernobil faciasından geriye kalmış gibi bir yerdi. Dıştan görüntüsü sizi aldatmasın, içi seni dışı beni yakar misali, dıştan görüntüsü yaldızlı ve bu yaldızla uyumlu kazık bir ücreti olan, içtense Efe’nin, “bundan beteri homlısların çöp evi” dediği tarz bir yerdi. Yani covid girip iyileşirsiniz belki ama soğuk yüzünden zatürree ya da üzüntüden verem olup çıkabilirsiniz. Yerler pis, yataklar taş gibi, yorganlar yırtık, yastık kılıfları delik, tuvalet boruları kırık, tuvalet alaturka, havlu yok, kağıt bardak, tabak, çatal, bıçak yok, su yok, camlar kapanmıyor. Ölü hamam böcekleri var. Biz burada yatamayız demenin bir faydası yoktu. Yatmayı bırak çişe gitmek bile dert oldu. Bin bir güçlükle yorganımı değiştirmek istedim. Yeni getirdikleri yorgan da eskisiyle aynı olunca çareyi örtünmeyelim fikrinde bulduk. Kat kat giyinip bere takalım yorganın üstünde yatalım böylece yatağın sertliğini daha az hissedelim ve içine de girmemiş olalım dedik. Henüz akşam karanlığı ve soğuğu çökmediği için bu fikir çok parlak geldi. Odanın diğer ucunda hastanenin iç kısmına bakan bir pencere vardı ve görevliler o pencereden bizimle iletişim kuruyordu. Covidli olduğumuz varsayıldığı için o cam asla açılmıyor iletişim (çabası) camın arkasında, telefondan yapılan çevirilerle sağlanıyordu. Su istedik. Paslı baş ucu dolabının üstünde duran sütçü güğümü benzeri termosu gösterdiler. İçindeki su sıcaktı. Sıcak rındı mı bındı mı derken anlaşamadık ve plastik bardak istedik. Bunu da fotoğrafını göstererek becerdik. Gelen plastik bardaklara bu sıcak suyu koyarak soğutmaya çalışarak içiyorduk. Hangi filmdi, Kevin Costner, “Su Dünyası” sanırım. Filmde su savaşları oluyordu. Bizde de bir süre sonra başladı. “Onu ben soğuttum, içme, sen de koysaydın…” O akşam koridorda biraz ileri geri adım atayım dedim. Hemen cam çalındı. “Odanızdan dışarı çıkmanız yasak.” Eğer son gecemizde camları kırma pahasına orada top oynamasaydık içimde sanırım çok öfke birikecekti. Kurallar olsun elbette ama biraz da akıl olsun. İrdelemek, sorgulamak, alternatif sunmak olsun. Koridorda bizim dışımızda yatan tek bir hasta bile yoktu. Sadece sonundaki odada bir Çinli yatıyordu ki onun da negatif olduğunu öğrendik. Odaların kapısı açık. O zaman koridordaki sandalyede oturmak kime ne bulaştıracak? Kurallar yaşamın nereye kadar önüne geçmeli? Böyle bir askeri disiplin içinde birey olduğunu unutarak sağlıklı yaşam mı yoksa ülkemizde ya da dünyanın Çin dışındaki diğer yerlerinde olduğu gibi riski bilerek ama özgürlüklerini de mümkün olduğunca elinde tutarak yaşamak mı? Bunun cevabı herkes için farklıdır elbette ama ben ülkemde Covid olmayı Çin’de sağlıklı kalmaya yeğlerim. Çünkü Çin’de insan değil sistem önemli. Sen o sistemin küçük bir dişlisisin. 1.5 milyar dişliden birisin. Senin,  “ben de varım, ben öyle değil böyle istiyorum,” demen orada mümkün değil. Çünkü dişli pürüz çıkarırsa makine işlemez. Makinanın işlemesi senden daha büyük ve senden daha önemli bir şey. Çin’de durum nedir bilmiyorum ama mesela Japonya’da geçtiğimiz bir ay içinde covidden daha çok insan, sanırım 2300 kişi  intihar ederek öldü. Elbette bunda kültürel yapı çok önemli. Çin’de bu kadar intihar yoksa, bana göre bunun en önemli sebebi, insanların artık kendilerini dişli olarak kabul etmiş olmasıdır. Neyse, bu konulara ilişkin bir kitap analizi yazacağım. Orada detaylara girerim, şimdi hastane günlüğüne devam. Ama önce bir iki fotoğraf paylaşayım. Koridorda yürürken gözüme takılan temizlik alanı mesela. Evinde olsa yere değdirmeye iğrenirsin ama hastanede yerler bununla temizleniyordu.  Akşam yemeği 17.30 da geldi. Bize domuz yiyor musunuz dışında bir soru sorulmadı. Et ne yersiniz dendi, tavuk, balık dedik. Çok da önemli değildi çünkü yemeklerine dair bir fikrimiz olduğu için hastane yemeklerinden de ümitli değildik. İlk akşam biraz da meraktan balığı çubukla dürttük azıcık. Fakat alabalıktan daha kılçıklıydı. Maşukiye’deki alabalıkları bilir misiniz? Mis gibi tereyağında fokurdayarak güveçler içinde gelir. Kokusuna mest olursunuz ama öyle kılçıklıdır ki keyfine vararak yemek mümkün olmaz. Bu da onun gibi ama farkı, tereyağı yok, güzel kokusu yok. Yemedik. Biraz da pilav. O da yağsız, tuzsuz, tatsız. Valizi kurcaladık. getirdiğimiz şeyler vardı ama çatal, bıçak, kaşık olmayınca onları açamadık. Çubuk kraker, ton balığı, çikolata ve uyku.

İkinci gün iyice aç uyandık. Kahvaltı olarak gelen şey pişmemiş hamur ve yaprak içine sarılı pirinçti. Yemedik. Hazır yemek olarak aldığımız bulguru plastik bardaklara koyarak kafamıza diktik. Yanında yine ton balığı. Üstüne soğutulmuş su. Test sonuçlarımız negatif çıkmıştı. Çıkarız diye ümitlendik ama onun yerine çıka çıka akciğer CT için bahçeye çıkabildik. Boşuna radyasyon alacağız, hadi biz aldık Ela neden alsın diye çok direndik. Hatta rızamız yok diyerek kağıt imzaladık. Bu Çinlilerin en büyük ikinci özelliğini yazıyorum. Onlar asla hayır demez. “Tamam, peki” der. Buna kanıp oh uzlaştık, dediğime geldiler demeyin sakın. Kural 1’i hatırlayın. Neydi? Her zaman Çinlilerin dediği olur. O film çekilecek. Doktor, “o film çekilecek!” demiş. Ötesi yok. Bunun tek iyi yanı şu oldu. Bize verilen önlükleri giydik. Boneleri taktık. Bahçeye indik. Orada bir içecek makinesi gördüm. Bize eşlik eden hemşireye dolaptaki suyu gösterip heyecanla “votır votır,” dedim.  Anladı! “Mani” dedi. Üstelik İngilizce de biliyor. Önlüğün olmayan cebinin olmayan hizasına parmağımı tutup “no mani, no mani ” dedim. (Neden her şeyi iki defa tekrar ediyorum, bilmiyorum.)  O da “no mani no su,” anlamına gelecek şekilde, oralı olmadan yürümeye devam etti. CT çekimi on dakika kadar sürdü. Çıkar çıkmaz makinenin önünden geçerken yine şansımı denedim. “Votır votır,” Bu sesi hastanenin girişinde nöbet tutan güvenlik duydu. Şu an bunu okuyorsa buradan ona bir selam göndereyim, “Allah razı olsun senden.” Bize iki tane su aldı. Vi çet uygulamasıyla ödedi. Tak tak sular düştü. Ben o sırada otuz metre kadar ötede hemşirenin gözetiminde dua ederek o anı izliyorum. Tak tak! Sular düştü. “Şi şi şi şi çok şi şi.”

Odaya vardığımda Efe bizim dönmemizi bekliyordu. Suları görünce çok sevindi. Bu mutlulukla gitti CT çektirmeye. Akşam ne yedik? Bunun için fotoğraflara bakmam lazım. Sanırım annemin böreğidir. Kıymalı börek yapmıştı biz yola çıkmadan. El açması. “Anne tüm Çin’e mi yaptın? Ne bu? Kim yiyecek bu kadar çok?” demiştim ama annem iyi niyetli, başımıza geleceği görmüş mü ne? Dört gün yendi o börek. Eline sağlık anacım. 

Hastanedeki üçüncü ve son gecemizde bütün yasaklara sesli küfür ederek, Efe’nin İstanbul’dan getirdiği minik tenis topuyla koridorda tek kale maç yaptık. Sanırım Çin’e ayak bastığımızdan beri en eğlenceli anımızdı. Ela şahane kaleci. Sonra ortada sıçan, duvarda top saydırmaca, bilmem ne gibi birçok oyun uydurup, yıkanamadığımız o hastanede kan ter içinde kalana kadar top oynadık.  Kafam o kadar parlıyordu ki Ela, ” anneeee jöle sürmüş gibisin” diye gülüyordu. Taktığım bere bir süre sonra kafamla bütünleşti. Son bir iki aydır yün örgüsüne dadandım. Çile çile yünler alıp ha bire iki ters bir düz, atkı bere, atkı bere. “Ya satsak mı bunları, ne yapacağız?” diye gülerken bere başımın vazgeçilmez parçası oldu. 

Üç gece geçirdik o hastanede. Her gün, tahlil eşliğinde üç gün. Tuvalete girdiğimizde çiş sıçramasın diye nasıl taklalar attığımızı anlatmayayım. Ama dört gün, çiş dışında her şeyi içimizde tuttuk. 

Ve çıkış,

Dün yani 12 Aralık günü bizi hastaneden alan özel mini otobüse bindik. Otobüs ilaçlandı, kostümlerini giydiler, valizler ilaçlandı, biz ilaçlandık, sosyal mesafe boyu bizden uzak durarak otobüse aldılar ve en arkaya oturttular. Çok da umurumuz değildi. Ne de olsa hastaneden kurtulmuştuk ve hastane süresince yapılan bütün tahliller negatif çıkmıştı. Yol boyunca çevremize merakla bakınarak otelimize vardık. 14 günlük karantinaya devam edeceğimiz yerdi burası. Odaya çıkmadan önce Efe gerekli prosedürleri halletti. 75 kilo valizi ( ki börekler azaldı, ton balık ve çubuk krakerler yendi, sanırım 73 kg olmuştur) odaya taşıdık, üçümüz aynı odada olacağız diye sevinerek odamıza çıktık. Doğru banyoya. O sırada kirli kıyafetleri ayırdık, ders kitaplarını dizip Ela’ya, okula online bağlanacağı alan hazırladık. Günlük çamaşır ve tişörtleri, ilaçları, yünleri, yemekleri kısaca her şeyi tasnifleyip odaya yerleştik. Bankadan Ateş’in iş arkadaşı Vini bize mükemmel bir Türk yemeği sipariş etmiş. Saat tam 17.30’da yemek geldi. Günlerdir aç olduğumuz için nasıl yediğimizi bilmeden yedik. Birden Efe, “anne telefonuna bakar mısın?” dedi. “Ne oldu?” dedim. “Whatsapp’a bak,” dedi. Gözlerim yuvalarından fırladı. Uçakta Efe’ye yakın oturan bir yolcu pozitif çıkmış ve biz yüksek risk kategorisine geçmişiz. Yerleştiğimiz otel düşük risk kategorisiymiş. Bu nedenle hemen toparlanıp yüksek riskli grubun kaldığı otele geçiş yapmamız gerekiyormuş. Ben birinci kuralı sinirden unutmuş bir halde direnirken otelin kapısına ambulans, odanın kapısına robotlar dayandı bile. Pijamanın üstüne montumu geçirip çıktım. O valizleri nasıl doldurduk bilmiyorum. Ayakkabım elimdeydi ama bak onu biliyorum. Ambulansta koyacak yer ararken fark ettim bunu. Biz şimdi ikinci oteldeyiz. Henüz covid olmadık ama sanırım psikotik olmaya az kaldı. Bizi merak eden, bizim için endişelenen, burada yalnızlığımızı paylaşıp, saatlerce anlattığım aynı şeyleri sabırla dinleyen herkese selam olsun. Çin’e gelirken bu prosedürleri lütfen bilin. Biz yandık siz yanmayın. Biz 24 Aralık tarihine kadar karantinadayız. Umarım günlerimiz sorunsuz geçer.  Hepinize covidden uzak sağlıklı günler diliyoruz.

Ve buradan koca bir teşekkür becerikli, akıllı, eğlenceli, iletişim yeteneği yüksek oğluma. Her zaman seninle gurur duyuyorum. Ve diğer teşekkür cesur, uyumlu, sevecen, üzülse de yorulsa da aç kalsa da dayanan güzel kızıma. Her zaman seninle gurur duyuyorum.

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/cine-yolculuk-hem-de-covid-gunlerinde/

Sivrice Koyu-Ağustos 2020

Cunda’ya veda edip bisikletleri de arabaya yükledikten sonra kırk derece sıcakta, Sivrice koyuna gitmek üzere yola çıktık. Bu arada Cunda’da kaldığımız taş evde çamaşır ve kurutma makinası vardı. İlk defa bu tatilde Efe, Ela ve ben kabin boy valize, üçümüzün az sayıda eşyasını doldurduk ve sadece ihtiyacımız kadar eşyamız olsun diyerek yola çıktık. Bu yüzden kaldığımız yerde çamaşır makinasının olması bizi pek mutlu etti.  Akşamları kısa programda tişörtlerimizi ve deniz havlularımızı yıkayıp kuruttuk. Son gün makinanın kapağı, aksilik bu ya açılmadı. Onu açmak için o kadar çok uğraştık ki yola çıkışımız bu yüzden öğle saatine sarktı. Sevgili Canan Hanım’a buradan teşekkür ediyorum, mayolarımız ve diğer kıyafetlerimiz Cunda’da kalmasın diye makinenin kapağını kırma pahasına bizi eşyalarımıza kavuşturdu. 🙂 Şu eşya meselesini burada gündem yapmadan geçmeyeceğim. Bir önceki tatilimiz Kaş’a giderken gece için ayrı, gündüz için ayrı kıyafetler aldık. Ve fark ettik ki bu bir saçmalık. Yani eşya işlevinin önüne geçip yük oluyorsa neden var? Elbette temiz bir kıyafet bize kendimizi daha iyi hissettirir ama o temiz kıyafet her gün aynı kıyafet olsa hayatımızda ne değişir? Kendimizi nereden kuruyoruz? Sahip olduklarımızla mı? Zaten bir an geliyor o eşyalar çoğalıp çoğalıp hepimizin yaşam alanını daraltıp bizi ele geçir miyor mu? Bunlara kafayı takıp, Efe ve Ela’yla bunun üzerine kafa yorduktan sonra iki tişört, iki şort, mayo, havlu, terlik, don gibi temel ihtiyaçları alıp, almadıklarımızın yerine de bisikletleri, kitapları, bilgisayarları rahatça sığdırıp yola çıktık. Ve gerçekten de yanımıza almadıklarımızın eksikliğini hiç hissetmedik. İstanbul’a döndükten sonra bu konu üzerine kafayı yormaya devam ettik. Giysiler, tabaklar, çarşaflar, havlular, takılar, oyuncaklar, kitaplar… (kitaplar konusunda parantez açmakta fayda var, kitaplığımızda bizimle birlikte var olmasından mutlu olduğumuz, her an elimizin altında olmasını istediğimiz başucu kitabım dediğimiz kitaplar burada mevzumuz değil) Bunları kolilere doldurup STK ‘lara göndermeye karar verdik. Hatta geçmişi temiz, kuruluş amacına sadık kalabilmiş birkaç yer bulduk. Döndüğümüz hafta sonu ilk işimiz bu oldu. Ama asıl bundan sonra dikkat edeceğimiz şey, yeniden biriktirmemek, istifçilik yapmamak, az almak, yeteri kadarına sahip olmak ve alma hastalığından kurtulmak. Neyse yeni blog yazıları seyahat deneyimi aktarımı olduğu kadar iç döküş yeri de oldu. Tam bu noktada size bir kitap ve belgesel önereyim. Minimalizm -Anlamlı Bir Yaşam adlı bu kitap kendi hayatlarında bir aydınlanma yaşayarak sadeleşen Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus’a ait. Bunu neden ve nasıl yaptıklarını anlatıyorlar. Aynı hikayenin Netflix’de belgeselini de çekmişler. Adı: Minimalizm -Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel. Yaklaşık bir buçuk saatlik bu belgeseli de tavsiye ederim. Gelelim tatilimizin ikinci kısmına. Anlatmaya kaldığımız yerden devam… Sivrice’de Faros Otel’de kaldık. Burası o kadar sade ve işlevsel ki bir gece kalıp Gökçeada’ya geçecekken Efe ve Ela’dan gelen yoğun istekle bir gün daha uzattık. Sonuçta önü deniz. Tahta bir iskeleden denize giriliyor. Hemen yanı otelin yemek alanı. Üstelik tahta masa ve iskemleleriyle son derece tatlı. Arkamızdaki toprak yoldan karşıya geçer geçmez bir çim alan vardı ve akşamları orada oturup, bilgisayarları açıp, internete bağlanırken, püfür püfür bir esinti de bize eşlik etti. Buraya da otele ait masa ve sandalyeler koymuşlar, onun da arkası odalar. Yani elli adım içinde denize girmek, yemek yemek, odaya gitmek mümkün. Otele, oda- kahvaltı ve akşam yemeği dahil üç kişi için ödediğimiz fiyat da son derece ekonomikti. Üstelik iki akşam balık yedik. Efe ve Ela normalde bu kadar balık düşkünü değildir ama tazecik balıklar güzel bir salata eşliğinde mis gibi servis yapılınca afiyetle yediler. Sivrice Faros’u deniz tatili için tavsiye ederim. Pırıl pırıl denizi, balıklarla birlikte yüzülen cinsten. Hazır bu kadar yakınken Behramkale’ye de gittik. Yaklaşık 15 km civarı bir yol. Assos Antik kentini gezdik ve antik kentin hemen girişindeki kahvede kara dut suyu içtik. Gün batımı da Athena Tapınağı’nda. Fakat o gün çok rüzgarlı ve bulutlu bir gün olunca güneşi net bir şekilde batıramadık. Yine de rüzgarlı olması iyiydi çünkü sıcak, çok sıcak, çok çok çok sıcak… Behramkale’de köy kahvesine uğradık. Kahvemizi içtik. Çocuklar da kahvenin tam karşısındaki dondurmacıdan dondurma aldı. Yörük tezgahlarını gezdik. Fotoğrafta abisinden  şapka isteyen Ela’yı görebilirsiniz. Burada da kendi tasarımını yapan, dikişini diken bir minik dükkan bulduk. Bu tür yerleri desteklemek lazım diyerek sizinle de paylaşayım hemen. İnstagram sayfası:  SebnemOrki. Sivrice’den huzurlu bir duyguyla ayrıldık. Gökçeada’ya gitmek üzere yola devam.

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/sivrice-koyu-agustos-2020/

Bayramda Cunda-2020 Ağustos

Uzun bir zaman sonra bloğa yazı giriyorum. Aslında ne seyahatler bitti ne de kelimeler. Sadece gezi yazıları yerini başka yazılara bıraktı. Covid bir yandan yaşamımızı kesintiye uğratıp yeni bir takım alışkanlıkları günlük rutinimiz içinde normalleştirmeye çalışırken bir yandan da evde kaldığımız bu zorunlu süreç başka yaratıcı faaliyetlerin de yeşermesine zemin oluşturdu işte. (Cümle çok uzun oldu ama silemeyeceğim, zaten Ela uyuduğu için karanlık bir odada sadece PC ‘nin ışığında yazıyorum.) Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/bayramda-cunda-2020-agustos/

Kafka’nın İzinde Prag

8 Mart 2019 Dünya Kadınlar Günü yola çıktım. Bileti alırken tarihin farkında değildim ama sonrasında  ”Emekçi Kadınlar Günü” hediyesi olarak kendime bir seyahat hediye ettim diye düşünüp daha da keyiflendim. Prag benim ilk yalnız seyahatim. Elbette burayı seçmemin özel bir nedeni vardı. O da Kafka. Daha önce şehri gezmiştim hatta bloğumda o gezinin yazısı da mevcut. Bu sefer şehrin dokusuna, ruhuna değmek, Kafka’yı bir parça da olsa hissetmek, geçtiği yollara, gördüğü nehre onu düşünerek bakabilmek, ”Kafka gibi düşünmek nasıl bir şey? ” sorusu  üzerine kafa yormak… Genel olarak yola çıkış amacım bunlardı. Yanıma aldığım kitap; Murathan Mungan ”Harita Metod Defteri” olunca seyahat sırasında düşüncelerime ve adımlarıma eşlik eden bir diğer kişi de Murathan Mungan oldu. Bence hem gerçek, hem de metaforik anlamda  tek çıkılan yolculuklar için şahane bir tercih Mungan.

Cuma akşam saatleri kente vardım. Uçaktan indikten sonra merkeze ulaşım gerçekten çok kolay oldu. Önce 119 numaralı otobüse bindim. Otobüsten indiğim yer, metro hattının başladığı son durak ve ineceğim yer de metro A hattının Starometska durağıydı. Yani eski şehrin merkez istasyonu. Orada indim, otelim için yaklaşık 900 metre yürüdüm. Ulmon denen uygulamadan önceki yazılarımda bahsetmiş olmam gerek. Bunu akıllı telefonlarınıza yüklemeniz halinde tüm şehri offline bir şekilde kendi kendinize dolaşabilirsiniz. Metro girişinde nakit ya da kredi kartı ile bilet alabileceğiniz makineler var. Çok da kolay çalışıyor. Bilet  okutma yok ancak arada spontane bir kontrole denk düşerseniz ceza ödemek zorunda kalabilirsiniz. Tam bu noktada sizi uyarmadan geçemeyeceğim. Metro istasyonunda bilet alırken cüzdanımı çaldırdım. Bir sırt çantası taşıyordum. Aklıma böyle bir olasılık gelmediği için çantamı takiple ilgili çok da kontrollü değildim. Otele vardığımda cüzdanın yokluğunu fark ettim. Kredi kartları, nakit para hepsi gitmişti. Elimde tek kalan şey pasaportumdu. Hangisi daha fena kararı size bırakıyorum. 🙂 Otele doğru, henüz cüzdanımın da çalındığını fark etmeksizin yürürken, hissettiğim duyguyu, bir sonraki gün yazdığım günlüğümden alıntılayarak sizinle paylaşmak istiyorum.

”Kafka Müzesi’nin yamacında bir kafede kendimle olmak güzel. Beş param olmasa bile.  🙂 Üstelik bunu cüzdanım çalınmasa deneyimleyemeyecektim. Genelde hiç bu kadar parasız olmuyorum. Ya da param bitince yanımda birileri oluyor.  🙂 İki defa kendimi çok mutlu hissettim. Biri, dün metrodan çıkıp  şehre doğru yürürken Vltava nehrini, nehri ikiye bölen köprüleri ve köprülerin ardından siluetleri gözüken katedralleri gördüğüm andı. Güneş batmış, şehrin ışıkları nehirde parıldıyordu. Yüzüm kocaman güldü o an. İkincisi bugün Kafka müzesinde 1920-1930’ların Prag’ını  izlerken.  İnsan dediğimiz varlık yüz yıl önce ya da şimdi fark etmiyor, yine aynı insan. O zaman da kendisinin fotoğrafının çekildiğini gördüğünde tatlı ve muzip bir ifade ile gülümsüyor. İlgi görmek yaşam coşkusu veriyor. O dönemi izlemek güzeldi. Kadınlar incecik belli. Her adamın kafasında mutlaka şapka! At arabaları Karl köprüsü üstünde. Yine bir koşuşturmaca halinde herkes. Az insan da olsa, çok insan da olsa ”yaşam telaşı” denen şey, insanın var olma mücadelesinin tezahürü sanırım. Duygum: dingin, meraklı, huzurlu hani derler ya dünya yansa umurum değil, öyle bir his işte.  🙂 Saat 11.43 Ctesi.”

Cuma akşamı dünyada var olduğunu unuttuğumuz türde iyi  bir insan karşıma çıktı. Bu genç öğrenci sayesinde tatili geçirecek bir miktar param oldu. Bazen insana dair öyle karamsar olursunuz ki umudunuz dibe vurur. Sanırım bu tür hisler ve düşünceler kafamda dönerken, Özkan kardeşimle yolumun kesişmesi bir anlamda benim kendime ve insana duyduğum güveni de tazeleyici bir etki yaptı.

9 Mart 2019 Cumartesi

Bugün toplamda 32.000 adım atarak günü tamamladım. Hazırsanız başlayalım mı adım sayara? 😀

Güzel bir kahvaltı ettim. Otelim eski şehir merkezindeydi adı http://www.hotelmetamorphis.cz Eski şehrin tarihi yollarından ve abbara denen, Mardin’de çok rastladığımız geçitlerden geçerek meydana çıkıyorsunuz. Şu meşhur saat de bu meydanda. Bu astronomik saatin hikayesini çoğunuz bilirsiniz ya da sosyal medyada çoğu gezgin  yazmıştır. 1410 yılında yapılmış bu saat, her saat başında altında onlarca insanı biriktirir. Çünkü saatin sağ ve sol yanındaki  heykeller ve 12 havari temsilleri, saat başı bir ritüel olarak harekete geçer. Üst kısımdaki horozun ötüp yuvasına girmesiyle de sona erer. Nazım Hikmet, bu meydanda, Slavia kahvesinde oturmuş ve şiir yazmış sürgün döneminde. Hatta saatin bahsi bile geçmiş dizelerinde. İkinci durak yine eski meydana yakın ve yürüyüş mesafesinde Klementinum. Burası 2 hektarlık bir alan üzerine kurulu astronomik kule, kitaplık ve el yazması incilden oluşan kompleks. Kule 1722 yılında yapılmış ve 68 metre yüksekliğinde. Kulenin inşası sırasında Kepler de Prag’da çalışmış. 2.dünya savaşına kadar gözlemevi olarak kullanılmış. Ziyaretçiler 52 metreye kadar kuleye tırmanabiliyorlar. İkinci kısım Barok kütüphanesi. Kitapların yanısıra astronomik saatler ve küre koleksiyonları da sergileniyor. Ve son olarak Vysehrad Codex.  Bu kısımda, 1085 yılında yazılmış Latince el yazması incili görebilirsiniz. http://www.klementinum.com bağlantısından detaylar, bilet ücreti ve açık olduğu saatler kontrol edilebilir.

Ardından girdiğim yer Mirror Chapel oldu. Bu arada hemen belirtmeliyim ki tüm bu kilise ve şapeller Prag akşamlarını klasik müzikle taçlandırıyor. http://www.pragueticketoffice.com bağlantısını ziyaret ederek gideceğiniz tarihe ait biletleri önceden alabilirsiniz. Seçenek o kadar çok ki karar vermek zor. Bilet fiyatları yaklaşık 30-35 Euro civarında  ve dinletiler yaklaşık 1 saat sürüyor. Ben Bach, Mozart, Vivaldi eserlerinin yorumlandığı bir konser seçtim ve inanılmaz keyifli geçti. Üstelik oturduğumuz sıralara artık elektrikli battaniye de yerleştirmişler, böylece üşümeksizin dinleyebiliyorsunuz. Müziğin etkisi, ortamın etkisi ile birleşince ortaya unutulmaz keyifli anlar çıkıyor.

Köprüden karşıya geçmeden Eski Yahudi Mezarlığı’na uğrayın. Burası aynı zamanda müze. Ancak cumartesi günleri kapalı. Kafka’nın mezarının bulunduğu yer ise A hattı ile gideceğiniz ivelivsheko durağında ve burası Yeni Yahudi mezarlığı olarak biliniyor. Turistik merkezin dışında bir bölge. Ben Tezer Özlü’yü çok severim. Onun, ” Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabında bu ziyaretiyle ilgili bir bölüm var. ”Yaşamın sonu bana hiçbir zaman ırak gözükmedi. Her yüzde, her solukta, her büyüyende, her yaşlananda, her sarılmada, her sabahta gördüm yaşamın sonunu.” diyen yazar şöyle devam ediyor; ”Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı başında? ” Tezer Özlü de Kafka gibi  varoluşsal acılardan muzdaripti ve muhtemelen acıdaki bu ortak payda, onun  etkili cümlelerinin de  kaynağını oluşturdu.

Mezarlığın ardından şu köprüyü yürüyerek bir geçelim artık değil mi? 🙂  Prag’ın en eski köprüsü ve  1342 yılında yapılmış. Üzerinde 30 tane aziz heykeli bulunan köprünün kulelerinden birine de çıkılabiliyor. Köprünün üzerinde şehrin romantik karelerini yakalamak mümkün. Size bir sır, köprünün hemen altındaki iç kısım duvarında Kafka ve Milena’nın duvar resmi var. Resmin önüne gelen sevgililer bunu taklit etmeye çalışıp poz veriyorlar. Bu da fotoğrafçıların ilginç kareler yakalamasını sağlıyor.

Köprüyü geçer geçmez bir mola vermek isterseniz John Lennon Pub’ı önerebilirim. http://www.johnlennonpub.cz  Burada onlarca çeşit İngiliz birası ve kahve içme imkanınız var. Ayrıca pub’ın iç kısmı avlu şeklinde olduğu için açık havada oturma imkanınız da mevcut. Bu molanın ardından Kafka Müzesine doğru yürüdüm. Müzenin iç girişi, o döneme ait bir filmin perdeye yansıtıldığı  bölümle başlıyor. İnsanların gündelik hayat koşuşturmalarını keyifle izledim. At arabaları ve bisiklet kullanılıyorlar. Kadınların üzerinde uzun etekli elbiseler ve çoğu kadın şapkalı. Pazar yeri görüntüleri, satıcılar, kafelerde gazetesini okuyanlar, köprü, meydandaki saat, fırında ekmek pişirenler…  İzlediğiniz 15  dakikalık film boyunca o dönemin güncel yaşam şekline dair pek çok bilgi ediniyorsunuz. Ardından mektuplar, mektuplar… Kafka’nın babasına yazdığı mektuplar müzede önemli bir yer tutuyor. Babası ile aralarındaki ilişki Kafka’yı suçluluk duygusu, güvensizlik gibi olumsuz duygular altında ezerken, avukat olmak, yazı yazmak, nişanlılıklar bir yandan da bu hislere karşı direnme biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Babasına olan mektuplardan sonra bir diğer mektup grubu Milena’ya yazılanlar. İlginçtir ki Kafka, kendisine bu derin hisleri yaşatan Milena’sını sadece üç kere görebilmiş.Mektuplarla yaşanan bir aşk bu. ”Yeryüzündeki 38 yıllık yolculuğumdan sonra bir dönemeçte sana rastlıyorum ve bu geç gelen hiç beklemediğim karşılaşma sonrasında ne yapacağımı bilmez şaşırıp kalıyorum.” Birbirine geç kalan ya da erken varan insanların çaresiz şaşkınlığını ne güzel ifade etmiş bu satırlarında Kafka. Tıpkı aynı temayı ”Yalnız Bir Opera” şiirinde işleyen Murathan Mungan gibi.

” Aramızda bir düşman gibi duran zamanı daha o gün anlamalıydım. Benim sana erken, senin bana geç kaldığını…”

Milena’nın yanısıra hayatına giren diğer kadınlara da müzede yer ayrılmış. Felice Bauer, Julie ve Dora. Müzede ayrıca Kafka’ya ait çizimler de sergilenmiş. Aile fotoğrafları, kitaplarının ilk baskıları ve kendi okuduğu kitaplar da oldukça ilgi çekici diğer objeler. Müzede uzunca bir vakit geçirdikten sonra adım sayar yine hızlanmaya başladı. Buradan yürüdüğüm yer Prag Kalesi oldu. Kaleye giden yokuş üzerinde St. Nicholas Kilisesi var oraya da uğradım. Kale Unesco Dünya Mirası listesinde yer almakta ve 880 yılında yapıldığı sanılıyor. İçinde Aziz Vitus Katedrali var ve oldukça görkemli. Kalenin bulunduğu alanda bir diğer ilginizi çekecek alan Golden Lane.  Burada o dönem kalenin savunucuları, hizmetkarlar, zanaatkarlar, kuyumcular yaşamış. 1916-1917 yılları arasında ise 22 Numaralı ev Kafka’nın yaşadığı ev olarak ziyaretçiler tarafından geziliyor. Yine yürüyerek ve şehrin güzel fotoğraflarını çekerek nehre doğru indim. Acıktıysanız size öğlen için güzel bir hamburgerci önerebilirim. Ama hala yürüyebilecek enerjideyseniz Kampa Müzesine devam edebiliriz. Burası modern soyut sanatçıların eserlerinin sergilendiği bir müze. Bu müzenin bahçesinde Kampa Bebekleri adlı heykeller bulunmakta ve son derece ilginç. Prag’da muhtelif yerlerde bu sanatçının diğer ilginç eserlerini de  göreceksiniz. İsmi David Cerny. Örneğin Kafka Müzesinin bahçesindeki işeyen adam heykelleri de bu Çek sanatçıya ait. Bu heykelde yarattığı katmanlı dizaynı yine şehir merkezinde yer alan Quadrio AVM bahçesindeki Kafka Heykelinde de kullanmış. Sanatçının şehrin çeşitli yerlerine serpiştirdiği eserleri http://www.cekturk.com adresinde görebilirsiniz. Kampa Müzesinin hemen arka sokağında U Modre Kachnicky restoran var. Burada geleneksel çek mutfağını deneyebilirsiniz. Ancak rezervasyon yapmanız gerekiyor. Çünkü ben tek kişi olmama güvenerek akşam yemeği için çat kapı gittim ama hiç yer yoktu. Yine Kampa Müzesinin çok yakında tavsiye edebileceğim diğer bir restoran Cafe Savoy. Burası hem öğlen için atıştırmalık şeyler servis ediyor hem de akşam yemeği olarak hizmet veriyor. Akşam yemeğimi burada yedim,  servis ve lezzetten de çok memnun kaldım. Öğle yemeği ve dinlenme faslını da geçtiysek yola devam edelim mi? Sıradaki yer, Memorial to the Victims of Communism anıtı. Burada, 26 basamaklı bir merdivene yerleştirilmiş  7 bronz heykel var ve bu kişiler komünizm mağdurlarını sembolize ediyor. Olbram Zoubec tarafından yapılmış. Heykele en yakın köprüden nehrin karşısına yürüdüğünüzde sizi dans eden evler bekliyor. Binanın içinde bar ve restoranlar da mevcut. Bu bina Fred Astaire ve Ginger Rogers’dan ilham alarak yapılmış.  Fred&Ginger olarak da biliniyor. İkinci dünya savaşının sonuna kadar bombalanan ve tahrip edilen bu şehirde 1948-1989 komünist dönemden sonra Kadife Devrim başlamış ve bu bina da umut dolu bir gelecek sembolü olarak 1994 yılında inşa edilmiş.

Prag’da Absintherie Barlar da popüler. Bu içkinin alevler içinde hazırlanışını izlemek ayrı bir keyif. Ancak alkol oranı %70 ve yanında mutlaka su ile servis ediliyor. Fiyatı da 170 çek kronu. İçmeseniz bile kesme şekerin alevler içinde eritilmesi ritüelini izlemek güzel. 🙂

Yine eski şehir merkezinde güzel bir kitapçıyla karşılaştım.  Duvarlar gözükmeyecek şekilde kitap tasniflenmiş kitapçıları çok severim. Kitapçının adı Shakespeare&Synove  Raflarda Orhan Pamuk’un neredeyse bütün kitapları vardı. Günün sonuna yaklaşırken artık adım atmak yerine bir yerlerde oturmak istedim. World Of Franz Kafka tabelası bulunan bir binaya merak edip girdim. İçeride Kafka gibi düşünmek teması altında sergi ve 3 kısa film gösterimi vardı ancak izlediğim film ve gördüğüm objelerin ne anlattığına ilişkin kafam aydınlanamadı maalesef. Üstelik 250 çek kronu da bence orası için oldukça pahalı bir giriş ücretiydi.

Pazar gününe gelirsek; pazar günü tamamen keyfime ayırdığım, herhangi bir yer görme amacı taşımayan, serbest zaman şeklinde geçti. Uzun uzun kitap okuduğum saatlere Murathan Mungan eşlik etti. Canımın çektiği her an yediğim trdelnik nefisti. Tarçın ve şekere boca edilmiş pişi düşünün ama ondan çok daha ince ve daha gevrek bir hamur. Sade hali bile benim için çok lezzetli ama içine nutella, muz, çilek, krema gibi şeyler doldurulmuş çeşitleri de tüketiliyor. Bevherovka ise çekin meşhur likörü. 32 bitki ile aromatize edilmiş bu likörün ayrıca kahve ve limon aromalısı da var.

Prag’la ilgili son sözüm; derinlikli bir şehir olduğu. Bence bu derinlik;  savaşlar geçirmiş tarihi, içinden çıkan büyük sanatçılar, müzik, Vltava nehri, Kafka, yaşam ve yemek kültürü gibi geniş konuları bile 32.000 adım içinde hissettirebilmesiyle kendini gösteriyor.

Kafka dedik öyle başladık, onun mektubunda geçen bir cümle ile yazıyı bitirelim…

”Ah Milena, olmamasına razıyım. Oluyormuş gibi olmasın yeter.” 

Bu cümleyi Prag’da günlüğüme yazdığım şu paragrafla tamamlamak istiyorum.

” Sıcak yatağında sırt üstü yatarken mış gibi yaşayan insan! Ben, yaşıyorum. Ben, deneyim biriktiriyorum. Anı koleksiyoneriyim, evet. Dokunarak seviyorum, koklamayı seviyorum. Bak, şu an Prag’da, bu masada burnumun ucu üşüyor. Sağ elimin kasları yazarken yoruldu. İşte bu hisleri seviyorum ben. Seçimlerimiz yaşamdan yana olsun. Nerede olursak olalım, gerçek deneyimler biriktirelim, henüz vakit varken…”

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/kafkanin-izinde-prag/

Sakız Adası Mesta Köyü – Ağustos 2017

sakız adası

Bu sefer çok uzun bir ara oldu. Aslında gerçek bir blog yazarı  olsaydım bu kadar ara vermemem gerekirdi. Biraz kendi keyfime göre  yazıyorum ama madem böyle bir seyahat bloğum var, az da olsa takipçisi var, o zaman bu uzun sessizlikten  ötürü özür dilerim. 🙂 Araya başka şeyler girdi 😐 Bu da mazeret olmamalı elbette ama görüşmeyeli bir diploma ve çokça eğitim aldım. Üstelik seyahat dışındaki en büyük ilgi alanım olan psikoloji alanında. Neyse ben aklımdakileri daha fazla unutmadan, son bir yılın gezilerini hızlı bir şekilde ama asla oldu bittiye getirmeden size aktarayım. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/sakiz-adasi-mesta/

Provence Rotası- Haziran 2017

Bir akşam yine bu masada oturuyorum. Bu masa hangi masa? Yazı yazmak için öncelikle ideal bir ortam gerekir. Benim ideal ortamım salonda çok amaçlı kullanılan ve bir ucuna yazı yazmak üzere hep benim oturduğum masadır. Masa tahta ve dokusu da pürüzsüz. Üzerinde göz yoran fazlalıklar yok. Birkaç kitap,  o da o an okuduklarımız. Masanın sol yanında müziğim olur. Müzik önemli. Mümkünse hiç susmasın. Gün içindeki ruh halime uyan parçalar akar oradan sürekli. Neyse  Provence’dan nereye geldik. Konuyu dağıtmayayım. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/provence-rotasi-haziran-2017/

Londra, Londra, Londra… 16-18 Haziran 2017

Londra’dan bıkılmaz, asla bıkılmaz. Hele bir de yanınızda İnci varsa! Cuma öğleden sonra yola çıktık ve saat farkının avantajıyla günü yakaladık. Otelimizi kısa vakit içinde pratik olması için Jermyn St. üzerinde The Cavendish London olarak seçtik. Yani Regent Street’e paralel bir cadde ve hemen sokağın girişinde Fortnum&Mason var. Eşyalarımızı otele bıraktığımız gibi Regent Street üzerindeki Hollister mağazasına. 🙂 Sıkılana kadar ortalığı talan ettik ve ”-mağaza gezmeye mi geldik? haydiiiii ! ”  diyerek, ver elini Soho. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/londra-londra-londra-16-18-haziran-2017/

Öznur’un Heidi Turu-Haziran 2017

İşte size anlatmak için sabırsızlandığım tur!! Adını ben koydum. ”Öznur’un Heidi Turu.” İnternete Heidi, Alp Dağları, Peter, Johanna Spyri…. kısaca bu hikayeye ilişkin her şeyi girdim ve tek tek okudum. Tüm köyleri, tüm dağları, tüm fotoğrafları…Ve bizi hikayeye götürecek rotayı çıkarttım. Neden bu hikaye benim için önemli? Sıkılmazsanız anlatayım mı? Tek taraflı bir diyalog gerçi bizimkisi. Ama bu bloğu takip edenlerin anlat dediğini hissediyorum. 🙂

Ben İzmit’te doğdum. İlkokul ikinci sınıfa kadar da orada yaşadım. Babamı 2 yaşında kaybettim. Bu yüzden benim hayatımda dedem çok önemli bir yerde oldu hep. Annem ben 7 yaşıma geldiğimde yeniden evlendi ve biz annemle birlikte İstanbul’a taşındık. İşte hikaye bu kadar basit. Siz de eşleştirmeleri yaptınız mı hemen? Heidi benim. Dedem, Alp dede. Alp Dağları, İzmit. Frankfurt ise İstanbul. Bayan Rottenmeier annem değil elbet. 🙂  O kadar uyduramadım kendi hikayemi Heidi’ye. Ama emin olun bayan Rottenmeier’in yerini doldurmaya aday birileri benim çocukluğumda da vardı.

Ben sürekli ama sürekli bu kitabı okudum. Bu kitabı bir tutku gibi mi okudum, bir nefes diye mi okudum, bir özlem ya da bir umut olarak mı okudum bunu bilmiyorum. Ama çocukluğuma dair hatırladığım en önemli kitap. Özel ilgim ve hazırlığım bu yüzdendi. Bu arada belirtmeliyim ki şimdi okuyacağınız bu rota, görüp görebileceğiniz en iyi Heidi rotası. 😀 Bu konuda asla tevazu göstermeyeceğim. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/oznurun-heidi-turu/

Salzburg- Hallstatt Mayıs 2017

Salzburg şehrini ve Hallstatt köyünü daha önce görmüştüm. Araları yaklaşık 70 km. THY’nin Salzburg’a direkt uçuşu var. Bu şehirden kiralayacağınız araç ile ya da tren ile Hallstatt’a geçebilirsiniz. Biz 3 günlük bir program yaptık. Bu üç gecenin bir gecesini Salzburg’a ayırdık, diğer iki geceyi Hallstatt’da geçirdik.

Salzburg Mozart şehri olarak bilinir. Doğduğu ev buradadır ve müze olarak ziyaretçilere açıktır.Yürüyerek gezebileceğiniz kadar küçük bir şehir olup araç kiralamaya gerek olmaksızın gezebilirsiniz. Biz, Hotel Amadeus’da kaldık. Yeri  tam çarşının içinde, gezilecek yerlere yürüyüş mesafesinde ve içi son derece keyifle döşenmiş bir şıklıkta. Cuma akşamı geç geldiğimiz için fazla bir vaktimiz yoktu. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/salzburg-hallstatt-mayis-2017/

Kars – Mart 2017

Aylin Erözcan

Kars geç tanıştığım bir şehir. Benim üzerimdeki etkisi güçlü oldu. Daha önce benzer duyguları Antakya’da hissetmiştim. Zaten şehir dediğin seni alıp bir yerlere götürmeli. Duygularını coşturmalı, ilham vermeli, o içinde var olduğunu bildiğin ama bir türlü ortaya çıkaramadığın şey neyse onun çıkışına araç olmalı. Bu benim için kelimeler. Kimi için notalar, kimi için bir hikaye, kimi için beynin kıvrımlarından süzülen düşünceler, kimi için ”işte buldum!” anı. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/kars-mart-2017/

Trakya Üzüm Bağlarının İzinde – Şubat 2017

Sinem’in doğum günü şerefine yapıldı bu rota. Açıkçası burnumuzun dibinde böyle yüksek standart üzüm bağları ve butik konaklama imkanı sunan bağ evleri olduğunu bilmiyordum. Aslında bu rotanın mevsimi bahar ayları olmalı. Sinem şubat ayında doğduğu için bizim yolculuk bu şekilde oldu. Her mevsim keyfi çıkartılabilecek bir doğa. Biz cumartesi sabah yola çıktık ve pazar öğlen dönüşe geçtik. Ama bu kısa zamana yine çok keyifli bağlar sığdırdık. Yani sadece hafta sonu için ya da 3-5 günlük bir tatil planı içine alacak şekilde çeşitlendirilebilecek bir rota. Konaklamak için seçtiğimiz yer Barbaros Bağ Evi oldu. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/trakya-uzum-baglarinin-izinde-subat-2017/

Roma – Aralık 2016

Hepimizin hayatta, görmeyi en çok hayal ettiği bir köşe vardır değil mi şu dünyada? Ben, kendi hayalim neydi ya da şimdi nedir diye düşünüyorum da. Benim hayalim sanırım Tibet. Himalayalar. Neden orası? Çok da bilmiyorum. Dünyanın çatısı diye düşündüğümden olabilir mi acaba? Ya da hiçbir yer belki yeteri kadar uzak gelmiyor bana. Burayı düşündüğümde, kendimi nokta kadar bile hissetmeyeceğim, dibinde bir karınca kadar cüssemin kalmadığı bir dağ hayal ediyorum. Diğer bir hayalim Grönland. Grönland’da kendimi düşündüğümde ise bembeyaz bir boşluğa baktığımı düşünüyorum hep. Doğanın gücü, büyüklüğü ve insanın onun gücü karşısında hala tek çaresinin ona uyum sağlayarak yaşamak zorunda kaldığı yerler belki de benim hayalim. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/roma-aralik-2016/

Stuttgart 7-9 Ekim 2016

Stuttgart, benim için anlamı fazla ağır bir şehir. Babam ve annemin toplam 3 yıl süren evliliklerinde yaklaşık 6-7 aylarını geçirdikleri şehir. Annem ve babamın az sayıdaki keyifli fotograf karelerinin bir çoğuna konu olmuş şehir. Bir yanım hep buraya gitmek ve babamı keşfetmek istemiştir. Annemin anlattıkları, çalıştığı yer, kaldıkları ev, yürüdüğü yollar, bilmiyorum mümkün mü ama belki alışveriş yaptıkları market, uçağa bindiği havaalanı… Babama yolculuk gibi. Diğer yanım ise: geçmişi boşver Öznur der, karşı cevap olarak. Bulmak istediğin her şey yüreğinde ve hayal gücünün zenginliğinde. Ve hayal gücü o kadar özgür bir alandır ki bir oyun hamuru gibi ya da boş bir tuval gibi şekilden şekle sokabilirsin. Kuralları sen koyarsın, kişileri sen seçersin, sözcüklere sen karar verirsin ve hatta duygulara da sen karar verirsin. Neyse… Nasıl geldim yavv buralara.  🙂 Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/stuttgart-7-9-ekim-2016/

Malatya 22-23 Ekim 2016

Annemi bir yere götürmek istedim. Özellikle uçağa bineceği şekilde bir yere gitmek onu çocuklar gibi mutlu ediyor. Pagasus’un promosyon uçuşlarına rastgele baktım. Aslında Malatya’dan daha ekonomik olanlar da vardı ama Haluk babam ve annemin 2 yıl önce – yani babam rahmetli olmadan kısa bir süre önce-  birlikte gitmek istedikleri şehirdi Malatya. Hiç düşünmeden annem, Ela ve ben olarak üçümüz için bileti kestim. İtiraf ediyorum Malatya’yı seçmekle ne kadar iyi bir tercih yaptığımı oraya gittikten sonra anladım. Neden bilmiyorum çok sevdim Malatya’yı. Aslında bildiğiniz diğer şehirler gibi orası da yoğun trafikli bir büyük yerleşim. Fakat öyle güzel köşelerine gittik ki Hatay’da aldığım tadı aldım. Yani huzur. Acaba bu tadı almamda annem ile 24 saat sevgi yumağı olmamızın etkisi var mıydı acaba? Malatya’da Ramada Altın Kayısı Otel’de kaldık. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/malatya-22-23-ekim-2016/

Kefalonya Adası-Yunanistan 11-15 Eylül 2016

Her şey benim bir fotoğrafa aşık olmamla başladı. Yanda gördüğünüz fotoğraf o. Ağaçların altındaki masa, mavi-yeşil bir deniz, o masada bir kahve içmek, kitap okumak, yazı yazmak isteği doğurdu bende. Bıraksanız sonsuza dek oturulurmuşçasına güzel geldi bana. Çocukları orada oyun oynarken ya da denize girerken hayal ettim. Fotoğrafı teyzem Facebook’ da paylaşmıştı. Neresi olduğunu bilmiyordu. Ben de kendi sayfamda paylaşarak, ” Burası neresi olabilir? ” diye bir soru sordum. Birçok arkadaşım ilgilendi. Ege’den seçenekler çıktı. Eski Foça vs. dendi ama oraların eski fotolarına baktığımda benzetemedim. Sonra biri masada duran şişenin bira şişesi olduğunu ve üzerinde Yunanca yazdığını söyledi. Yunanistan olduğu keşfedildikten sonra gerisi daha kolay oldu. Başka bir arkadaşım Kefalonya olduğunu öğrenerek bana yazdı. Kefalonya Adası’nı internetten araştırmaya koyuldum. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/kefalonya-adasi-yunanistan-11-15-eylul-2016/

Londra 19-21 Haziran 2016

Oğlum ve ben.

En sevdiğim şehir. Pek çoğunuz gibi. Tek başına, ailemle, arkadaşlarımla . Kiminle olursa olsun nereye gidelim dendiğinde ilk aklıma gelen şehir. Bu sefer Efe ile tek başımıza gittik. Bizim tek başımıza bir yere gidiyor olmamız zaten durum itibari ile risklidir ve fantastik maceradır. Bunu Bodrum’a yelken için gidiş gelişlerimizde çok yaşadık. Genelde Efe ile uçağa son dakikada yetişiriz. Çoğu zaman yapılması gerekenleri eksiksiz yapsak da bu böyledir. Bu sefer de tam zamanında yola çıktık. Ateş bizi havaalanına bırakacaktı. Online check in yaptık. Çıkış pullarımızı bile ödemiştim. Keyfli bir yolculuk ile AHL ‘ye vardık. Ateş’in, çok dikkatli olun, inince arayın tembihleri ile vedalaştık ve oğlumla baş başa havaalanına girdik. Devamını oku

Bu yazının kalıcı bağlantısı https://ailecekgeziyoruz.com/londra-19-21-haziran-2016/

Translate »