fotoğraf inc.com sitesinden
Çin’in Wuhan şehrinde yaklaşık bir yıl önce ortaya çıkan corona virüsünün, hızla dünyayı sardığı, yazıyı yazdığım an itibariyle 1.607.276 kişiyi öldürüp, tüm dünyada 50 milyondan fazla kişiye bulaştığı bu günlerde yaptık Çin yolculuğumuzu. Tam tarih vermek gerekirse 8 Aralık 2020, Saat 18.35 TK 0072 sefer sayılı uçak. Ne işimiz mi vardı? Vardı işte. O kısmı uzun uzun anlatamayacağım. Zaten covid yorgunuyum. Alana geldik, uzun zamandır Çin uçakları son dakikada iptal olduğu için uçak doluydu. Sanırım Ekim ayında İstanbul-Şangay seferini yapan uçak, Şangay’a vardığında uçaktaki yolcularda 9 pozitif vaka görüldüğü için beş hafta süresince Türkiye’ye uçuş yasağı koymuştu Çin. Bu yüzden bizim Kasım ayındaki iki ayrı uçuşumuz iptal oldu. En son 8 Aralık için biletler alındı. Yolculuk Guangzhu şehrineydi. İstanbul- Guangzhu yaklaşık 10 saatlik bir uçuş. Öncelikle size Çin’in vize koşullarından bahsedeyim. Malum turistik vize verilmiyor. S1 denen vizeyi aldık. Ardından Çin konsolosluğunun belirlediği hastanelerden birinde 48 saat öncesine kadar olan bir zaman dilimi içinde antikor ve pcr testlerini yaptırdık. Ümraniye’de bulunan Üsküdar Ünv. NP Beyin Hastanesi çok temiz ve çok hızlıydı. Tavsiye ederim. Biz salı günkü uçuşumuz için pazartesi sabah 9.00 kan verdik ve aynı gün akşam sonuçları aldık. Ardından bu sonuçları Çin konsolosluğunun internet sitesindeki alana, pasaport bilgilerinizle birlikte girmek zorundasınız. İlgili yere, laboratuvar sonucu görüntüsünü de taramanız gerekiyor. Sonra beklemeye geçeceksiniz. Çinliler lütfedip bunları inceledikten sonra size bir kare kod gelecek. İşte bu kare kod mühim. Önce sarı renk olacak, inceleyip onaylandığında yeşile dönecek. Yeşile dönmezse yandınız! Pasaport, kare kod, pul, 75 kg erzak, Efe (17) Ela (10) ve ben yola koyulduk. Valizlerimizden biri bulgur, mercimek, annemin yufkaları, kabartma tozu, kakao, fındık, çay, zeytin, peynir, hurma, kuru incir, hazır çorba, hazır bulgur pilavı, ton balığı gibi köyünden İstanbul’a gelen birinin yanına alacakları + bir beyaz yakalının yanına alacakları ve aslında yanında olmasa da olurlarla doluydu. Şimdi Çin deneyimi olmamış birine kakao, vanilya, çubuk tarçın falan saçma gelir ama inanın Çin’de herhangi bir markette bildiğimiz bir ürünü bulmak, kare kodun yeşile dönmesinden daha zor. Neyse valizleri vermek için bankonun önüne geldik, güzel bir uygulamayla karşılaştık. İşçi hakları gereği tek bir valizin 35 kg den fazla olması yasakmış. Kaldırırken belleri incinebilir ki haklı bir kaygı. Bizim valiz 40 kiloydu ve ”Hüseyin inşallah belini incitmedin kardeşim.” diye buradan sorayım. Ne diyorduk, hemen oralarda değerinin on katına satılan bir el çantasına 150 tl bayılmak suretiyle peyniri, salçayı kurtardık. Tahin pekmezi de tabii. Valizler verildi. Duty Free alanına geçiş yapıldı. Bir de ne görelim! Biz ağzımıza çift maske takıp şükür Allah’a korunduk derken meğer fantezi yapıyormuşuz. Bir grup filyasyon ekibi bizi karşıladı. Önce gerçekten de alanda bir vaka var ve ekip gelmiş diye düşündük. Yanlarına yaklaştıkça baktık ki bizim biniş kapısı bu adamlarla dolu. Adam dedim çünkü neredeyse tüm uçak erkekti. “Efe maskeyi de mi atsak oğlum?” diye güldüm. Bu işte bir tuhaflık vardı. Ya bu adamlar abartıyor ya biz küçümsüyoruz, ya da farklı virüslerden korkuyoruz ilk düşüncem oldu. Neyse bu şaşkınlıkla bindik uçağa. Uçak ana baba günüydü. Yerimizden kalkmadan, tuvalete bile gitmeden, maskemizi çıkartmadan uçuşu tamamladık.
Şimdi dikkat, çünkü indik ve asıl olay buradan sonra başladı. Önce kolumuza bir numara yapıştırdılar. 75-76-77, bizim numaralarımız buydu. Sonra yüz adım civarı yürüyüp bir alana geldik. Orada bizi gruplara ayırdılar. Her yerleri koruma kaplı Çinliler bir masanın başına geçmişti. Kol numaramıza göre bizi kaydettiler. Ateş ölçümümüz yapıldı. Sonra kafile ilerledi. Kayıt sırasında sanırım elimize bir form verdiler. O kısımları Efe takip etti. Şu meşhur kare kodu gösterdik. Pasaport ve bunlara bakıldıktan sonra uzun bir kuyruğa girdik. Kuyruğun ilerlediği yerde sıra sıra masalar vardı, her bir masanın arkasında bir Çinli ve masanın üstünde ıvır zıvır. Önce o masalarda kan alınıyor sandım. Fotoğrafları doğru düzgün çekemedim, her yerde kamera yasağı var çünkü. Biz tam o masalara yaklaşmıştık ki Efe’nin yanına bir Çinli geldi. Çince bir şeyler söyledi. Onlar o kadar özgüvenli ki dünyadaki herkesin Çince bildiği kabulüyle hareket ediyorlar. Ve onlar o kadar özgüvenli ki uluslararası iş yapan adamlar bile İngilizce bilmiyor. Bunu özgüven olarak açıkladığıma bakmayın elbette dalga geçiyorum. Bunun gerçek sebebi halk olarak dışa öylesine kapalılar ki dünya Çin’den ibaret gibi bir yanılsama içindeler. Elbette bu yanılsamanın ana sebebi kurdukları yönetim sisteminin tam olarak bunu hedeflemesi. Çin’de asla bir otelde, havaalanında, turistik bir yerin girişinde, dünya mutfağı sunan bir güzel restoranda İngilizce konuşan birine rastlama şansınız yok. Olur da rastlarsanız ona “şi şi” deyin. Teşekkür edin. İçinizden de, “Allah razı olsun” deyin. Çünkü gerçekten o kişi bir mücevher.
Efe’yi neden kenara çektiklerini önce anlayamadık. Sonradan fark ettik ki yürüdüğümüz koridorun tepesinde henüz masalara gelmeden konmuş termal ısı ölçerler varmış. Efe’nin ateşi de 37 derecenin üstünde olunca cihaz Efe geçerken sinyal vermiş. Efe’ye, “Siz şurada bekleyin,” dediler. Biz de Ela’yla geri döndük ve Efe’nin yanına geldik. O sırada önümüzden 260 yolcu geçti. Oğluma dedim ki; “Ekim ayında uçaktan inen insanların dokuz tanesi pozitifse, bu uçakta pozitif vaka olmama olasılığı sence nedir?” Gülümsedi. Eğer biz sağlamsak bile bu yolculukla birlikte yüksek riske maruz kaldığımızı ilk orada düşünürken, Efe’nin 2 kere daha tabancalı ateş ölçerle ateşini ölçtüler. 37.6, 37.3, 37.1. Biz yine endişe etmiyoruz. “Oğlum 37 yüksek bir ateş değil, korkacak bir şey yok,” diyorum ama insan elbette, acaba mı diye düşünüyor. Ve her kestirmece düşünce gibi, “maskeni doğru düzgün takmadın, burnun dışarıda sürekli,” gibi suçlayıcı bir saçmalıkla, oğluma bir iki cümle kurduğumu itiraf etmeliyim. “Özür dilerim Efe.” Tabancanın yanlış ölçme ihtimalini onlar da hesaba katmış olmalı ki koltuk altı derecesiyle iki defa daha ölçüm yaptılar ve her seferinde 37 üstü çıkınca, talihsizliğimizin başladığı o cümleyi kurdular. “Karantina oteline gidebilmeniz için ateş sınırı 37, bu yüzden sizi hastaneye götürmek zorundayız.” Çin’e geçen sene geldiğimde elektrikli motorla kaza yapıp iki kaburgamı çatlatmıştım. Oradan edindiğim hastane deneyimim var. Umarım böyle bir deneyim kimse yaşamaz. İletişim sorunu böyle anlarda krize dönüşüyor çünkü. Efe’yi tek başına onlarla bırakmak ve bizim kafileyle birlikte karantina oteline gitmemiz söz konusu olamazdı elbette. Bu yüzden “siz ne yapacaksınız?” diye bize sorulduğunda, “biz de Efe’yle hastaneye gideceğiz,” dedik. Bu arada alandaki tüm yolculara kan testi yapıldı. Boğaz ve burundan numuneler alındı ve işi biten herkes alanı boşalttı. Orada sadece biz kaldık. O kadar kuralcı bir millet ki pratik çözümler yanlarından bile geçmemiş. En az 30 kişi pasaport bilgilerimizi alıp muhtelif ekranlara girdi. Bir o kadar kişi İstanbul’da yaptırdığımız test sonuçlarını onlarca forma girdi. İnsan çokluğundan olsa gerek örneğin bir masada dört kişi var, biri pasaporta bakıyor, diğeri bilgisayara bakıyor, bir diğeri bunu yapanlara bakıyor. En nihayet sanırım beş saat geçtikten sonra, her birimizin eline üçer adet tahlil tüpü verdiler ve sekiz numaralı tahlil odasına gittik. Kapısında bizim dışımızda bekleyen 2-3 kişi daha vardı. Diğer odaların kapısının önü boştu. Normalde kapılarda numaratör olsa ve boş olan odadaki görevli, düğmeye basıp sıradakini alsa (bankacılığı yeni bıraktım da gişe sistemine çok alışığım) o kuyruk daha hızlı erir. Ama onlar için hız önemli bir kavram değil. Hızı geçtim, uygulama mantıklı değil. Bunu kendileri de anlamış olmalı ki bizi yeniden o üç kişinin durduğu bilgisayara götürdüler. Elimizdeki tüplere sekiz numaralı oda diye basılan barkodun yenisini çıkarttılar ve on numaralı odada tahlilleri yaptırdık. Sonra yine bekleme faslı. O arada robot giyimli insanlar sürekli yanımıza geliyor, bir şeyler diyorlar, anlamıyoruz. Google çeviri açılıyor. Türkçe küfürler ediliyor. Onlar genelde telefonlarına Çince konuşuyor, sonra telefon bunu İngilizce olarak yazıya döküyor, o yazı bize gösteriliyor, Efe İngilizce cevap yazıyor, o yazı Çince yazıya çevrilip onlara gösteriliyor, onlar Çince olarak Efe’ye cevap veriyor. Efe bu sefer Türkçe olarak “ya İngilizce! İngilizce! Anlamıyor musun? Bilmiyoruz Çince” diyor. Bu sahne böyle, diğer sekansa geçemeyen takılmış film gibi kendini tekrar edip duruyor.
O sırada aklıma valizlerimiz geldi. O kadar çok ki. Acaba onlara nasıl ulaşacağız diye düşünürken yanımıza gelen Çinli, bize muhtelif valiz fotoğrafları gösteriyor, “bunlar sizin mi?” Siz zaten robot giyimlisiniz size bir virüs bulaşması imkansız, e ben de maskeliyim, size eşlik edeyim valizleri göstereyim, siz de alın diye Google üzerinden önerilerde bulunsam da KURAL 1: Çin’de Çinlinin dediği olur. Buraya kadar olan kısımdan size çok önemli bir not. Eğer Çin’e gitmeniz kaçınılmazsa lütfen çantanıza bir ateş ölçer koyun. Uzun uçak yolculuğunun sonunda üstünüz de kalınsa mutlaka sıcaklayabilirsiniz. Üstelik 37 derece önemli bir ateş değil. O tabancayla kendinizi ölçün, 37.1 bile çıkarsa kontrol noktasından geçmeden önce giysilerinizi hafifletin, yüzünüze bir su dökün, kolonyalanın. Ne yapın edin 36.9’a inin. Bizi nereye götürdüklerini anlamadan kendimizi çantalarımızla birlikte bir ambulansta bulduk. En azından, Çince de olsa, götürdükleri hastanenin ismini bir kağıda yazdırmayı başardık. Ambulansa binince içinde bulunduğumuz durumun belirsizliği birden kafamıza dank etti. Cep telefonumuza gelen “Çin’e hoş geldiniz,” mesajını açarak, konsolosun bilgisine ulaştık. İnanın bu konuda çok iyi bir organizasyona sahibiz. Çağrı merkezi gibi bir yer açtı telefonumuzu. Kısa bir bekleme süresinin ardından canlı bir insana bağlandık. Başımıza geleni anlattık. Olur da covid çıkarsak Türkiye’de 18 yaş altına ilaç tedavisi yapılmıyor, bize herhangi bir ilaç verilmeden önce ne verdiklerini göstersinler ve rızamızı alsınlar dedik. İlgili kişi cep telefonlarımızı, T.C. kimlik numaralarımızı aldı. En kısa zamanda sizinle temasa geçeceğiz dedi. Yolculuk yaklaşık bir saat sürdü. Hastaneye benzer bir yerin içine girdi ambulans. Adını sonradan öğrendiğim bu hastane “Guangzhu Chest Hospital” Göğüs hastalıkları hastanesiymiş. Henüz yoldayken konsolosumuz Selçuk Bey bizi aradı. Kendisine buradan da teşekkür ederiz. Cep telefonunu verdi. WeChat hesabı üzerinden ve whatsapp üzerinden sürekli bizi takip etti ve hastaneyle yazıştı. Elbette birçok kuralı o da aşamadı ama Çin gibi bir ülkede derdimizi anlayan birinin telefonun diğer ucunda olması bile rahatlatıcı bir duygu. Hastaneye vardık, valizlerimizle birlikte yan yana iki ayrı odaya yerleştik.
Hastane Günlüğü
Odaya ilk girdiğimizde, nasıl olsa havaalanında yapılan tahlil sonuçları çıkana kadar, yani iki, bilemedin üç saat burada kalacağız diye rahattık. Bu nedenle ortamın pisliğine, eskiliğine çok takılmadık. Hatta yataklara oturmadık bile. Ancak kısa bir süre içinde içeri elinde şırıngalarla görevliler girdi. Biz yine Google’a dönerek, “ya biz iki saat önce kan verdik, o kanın sonuçları çıktı mı? Bu ne kanı?” dedik. Türkiye’de olsa nasıl olur? Bir yerde kan mı verdiniz onun sonuçları e-devlet denen sisteme işlenir, hangi hastaneye giderseniz gidin o yer bu sonuçları ve hangi saatte yapıldığını görür. En azından ben böyle biliyorum. Bunlar dediler ki “orası ayrı bir yer, gümrük, onların yaptığı sayılmaz, biz de yapacağız.” O sayılmayan şey için beş saat bekledik ya biz! Bunun önemi yok. Kural 1 neydi hatırlayalım. Çin’de Çinlinin dediği olur. Çaresiz kolları sıvadık. Göz yaşları içinde Ela, yine kan verdi. Sonraki günlerde sürekli, gözünün altını pışıkk der gibi açarak, “anne kanım bitmiş mi benim, bak” dedi. “Kanın bitti, hadi ye” diye ben ona çok güzel yemek yedirirdim ama içinde bulunduğumuz ortamda yedirebileceğim en iyi şey çubuk kraker olunca, “yok annecim bitmemiş” dedim.
Biz hala çocukça bir ümit içinde, verdiğimiz kan sonuçları negatif çıkacak, bizim hasta olmadığımızı görecekler ve “haydi karantina oteline götürüyoruz sizi” demelerini bekliyorduk ki “bu gece orada yatacakmışsınız” diye mesaj aldık. Prosedür böyle efendim, lütfen şimdi bana neden diye sormayın. Biz sorduk, aldık cevabımızı. O zaman ne yapalım? Yerleşelim bari. Fotoğraflardan da göreceğiniz gibi akıl hastanesi kıvamında, 1980′ lerin ya da daha da eskilerin Rusya’sının ruhsuz ve döküntü binaları gibi hatta Çernobil faciasından geriye kalmış gibi bir yerdi. Dıştan görüntüsü sizi aldatmasın, içi seni dışı beni yakar misali, dıştan görüntüsü yaldızlı ve bu yaldızla uyumlu kazık bir ücreti olan, içtense Efe’nin, “bundan beteri homlısların çöp evi” dediği tarz bir yerdi. Yani covid girip iyileşirsiniz belki ama soğuk yüzünden zatürree ya da üzüntüden verem olup çıkabilirsiniz. Yerler pis, yataklar taş gibi, yorganlar yırtık, yastık kılıfları delik, tuvalet boruları kırık, tuvalet alaturka, havlu yok, kağıt bardak, tabak, çatal, bıçak yok, su yok, camlar kapanmıyor. Ölü hamam böcekleri var. Biz burada yatamayız demenin bir faydası yoktu. Yatmayı bırak çişe gitmek bile dert oldu. Bin bir güçlükle yorganımı değiştirmek istedim. Yeni getirdikleri yorgan da eskisiyle aynı olunca çareyi örtünmeyelim fikrinde bulduk. Kat kat giyinip bere takalım yorganın üstünde yatalım böylece yatağın sertliğini daha az hissedelim ve içine de girmemiş olalım dedik. Henüz akşam karanlığı ve soğuğu çökmediği için bu fikir çok parlak geldi. Odanın diğer ucunda hastanenin iç kısmına bakan bir pencere vardı ve görevliler o pencereden bizimle iletişim kuruyordu. Covidli olduğumuz varsayıldığı için o cam asla açılmıyor iletişim (çabası) camın arkasında, telefondan yapılan çevirilerle sağlanıyordu. Su istedik. Paslı baş ucu dolabının üstünde duran sütçü güğümü benzeri termosu gösterdiler. İçindeki su sıcaktı. Sıcak rındı mı bındı mı derken anlaşamadık ve plastik bardak istedik. Bunu da fotoğrafını göstererek becerdik. Gelen plastik bardaklara bu sıcak suyu koyarak soğutmaya çalışarak içiyorduk. Hangi filmdi, Kevin Costner, “Su Dünyası” sanırım. Filmde su savaşları oluyordu. Bizde de bir süre sonra başladı. “Onu ben soğuttum, içme, sen de koysaydın…” O akşam koridorda biraz ileri geri adım atayım dedim. Hemen cam çalındı. “Odanızdan dışarı çıkmanız yasak.” Eğer son gecemizde camları kırma pahasına orada top oynamasaydık içimde sanırım çok öfke birikecekti. Kurallar olsun elbette ama biraz da akıl olsun. İrdelemek, sorgulamak, alternatif sunmak olsun. Koridorda bizim dışımızda yatan tek bir hasta bile yoktu. Sadece sonundaki odada bir Çinli yatıyordu ki onun da negatif olduğunu öğrendik. Odaların kapısı açık. O zaman koridordaki sandalyede oturmak kime ne bulaştıracak? Kurallar yaşamın nereye kadar önüne geçmeli? Böyle bir askeri disiplin içinde birey olduğunu unutarak sağlıklı yaşam mı yoksa ülkemizde ya da dünyanın Çin dışındaki diğer yerlerinde olduğu gibi riski bilerek ama özgürlüklerini de mümkün olduğunca elinde tutarak yaşamak mı? Bunun cevabı herkes için farklıdır elbette ama ben ülkemde Covid olmayı Çin’de sağlıklı kalmaya yeğlerim. Çünkü Çin’de insan değil sistem önemli. Sen o sistemin küçük bir dişlisisin. 1.5 milyar dişliden birisin. Senin, “ben de varım, ben öyle değil böyle istiyorum,” demen orada mümkün değil. Çünkü dişli pürüz çıkarırsa makine işlemez. Makinanın işlemesi senden daha büyük ve senden daha önemli bir şey. Çin’de durum nedir bilmiyorum ama mesela Japonya’da geçtiğimiz bir ay içinde covidden daha çok insan, sanırım 2300 kişi intihar ederek öldü. Elbette bunda kültürel yapı çok önemli. Çin’de bu kadar intihar yoksa, bana göre bunun en önemli sebebi, insanların artık kendilerini dişli olarak kabul etmiş olmasıdır. Neyse, bu konulara ilişkin bir kitap analizi yazacağım. Orada detaylara girerim, şimdi hastane günlüğüne devam. Ama önce bir iki fotoğraf paylaşayım. Koridorda yürürken gözüme takılan temizlik alanı mesela. Evinde olsa yere değdirmeye iğrenirsin ama hastanede yerler bununla temizleniyordu. Akşam yemeği 17.30 da geldi. Bize domuz yiyor musunuz dışında bir soru sorulmadı. Et ne yersiniz dendi, tavuk, balık dedik. Çok da önemli değildi çünkü yemeklerine dair bir fikrimiz olduğu için hastane yemeklerinden de ümitli değildik. İlk akşam biraz da meraktan balığı çubukla dürttük azıcık. Fakat alabalıktan daha kılçıklıydı. Maşukiye’deki alabalıkları bilir misiniz? Mis gibi tereyağında fokurdayarak güveçler içinde gelir. Kokusuna mest olursunuz ama öyle kılçıklıdır ki keyfine vararak yemek mümkün olmaz. Bu da onun gibi ama farkı, tereyağı yok, güzel kokusu yok. Yemedik. Biraz da pilav. O da yağsız, tuzsuz, tatsız. Valizi kurcaladık. getirdiğimiz şeyler vardı ama çatal, bıçak, kaşık olmayınca onları açamadık. Çubuk kraker, ton balığı, çikolata ve uyku.
İkinci gün iyice aç uyandık. Kahvaltı olarak gelen şey pişmemiş hamur ve yaprak içine sarılı pirinçti. Yemedik. Hazır yemek olarak aldığımız bulguru plastik bardaklara koyarak kafamıza diktik. Yanında yine ton balığı. Üstüne soğutulmuş su. Test sonuçlarımız negatif çıkmıştı. Çıkarız diye ümitlendik ama onun yerine çıka çıka akciğer CT için bahçeye çıkabildik. Boşuna radyasyon alacağız, hadi biz aldık Ela neden alsın diye çok direndik. Hatta rızamız yok diyerek kağıt imzaladık. Bu Çinlilerin en büyük ikinci özelliğini yazıyorum. Onlar asla hayır demez. “Tamam, peki” der. Buna kanıp oh uzlaştık, dediğime geldiler demeyin sakın. Kural 1’i hatırlayın. Neydi? Her zaman Çinlilerin dediği olur. O film çekilecek. Doktor, “o film çekilecek!” demiş. Ötesi yok. Bunun tek iyi yanı şu oldu. Bize verilen önlükleri giydik. Boneleri taktık. Bahçeye indik. Orada bir içecek makinesi gördüm. Bize eşlik eden hemşireye dolaptaki suyu gösterip heyecanla “votır votır,” dedim. Anladı! “Mani” dedi. Üstelik İngilizce de biliyor. Önlüğün olmayan cebinin olmayan hizasına parmağımı tutup “no mani, no mani ” dedim. (Neden her şeyi iki defa tekrar ediyorum, bilmiyorum.) O da “no mani no su,” anlamına gelecek şekilde, oralı olmadan yürümeye devam etti. CT çekimi on dakika kadar sürdü. Çıkar çıkmaz makinenin önünden geçerken yine şansımı denedim. “Votır votır,” Bu sesi hastanenin girişinde nöbet tutan güvenlik duydu. Şu an bunu okuyorsa buradan ona bir selam göndereyim, “Allah razı olsun senden.” Bize iki tane su aldı. Vi çet uygulamasıyla ödedi. Tak tak sular düştü. Ben o sırada otuz metre kadar ötede hemşirenin gözetiminde dua ederek o anı izliyorum. Tak tak! Sular düştü. “Şi şi şi şi çok şi şi.”
Odaya vardığımda Efe bizim dönmemizi bekliyordu. Suları görünce çok sevindi. Bu mutlulukla gitti CT çektirmeye. Akşam ne yedik? Bunun için fotoğraflara bakmam lazım. Sanırım annemin böreğidir. Kıymalı börek yapmıştı biz yola çıkmadan. El açması. “Anne tüm Çin’e mi yaptın? Ne bu? Kim yiyecek bu kadar çok?” demiştim ama annem iyi niyetli, başımıza geleceği görmüş mü ne? Dört gün yendi o börek. Eline sağlık anacım.
Hastanedeki üçüncü ve son gecemizde bütün yasaklara sesli küfür ederek, Efe’nin İstanbul’dan getirdiği minik tenis topuyla koridorda tek kale maç yaptık. Sanırım Çin’e ayak bastığımızdan beri en eğlenceli anımızdı. Ela şahane kaleci. Sonra ortada sıçan, duvarda top saydırmaca, bilmem ne gibi birçok oyun uydurup, yıkanamadığımız o hastanede kan ter içinde kalana kadar top oynadık. Kafam o kadar parlıyordu ki Ela, ” anneeee jöle sürmüş gibisin” diye gülüyordu. Taktığım bere bir süre sonra kafamla bütünleşti. Son bir iki aydır yün örgüsüne dadandım. Çile çile yünler alıp ha bire iki ters bir düz, atkı bere, atkı bere. “Ya satsak mı bunları, ne yapacağız?” diye gülerken bere başımın vazgeçilmez parçası oldu.
Üç gece geçirdik o hastanede. Her gün, tahlil eşliğinde üç gün. Tuvalete girdiğimizde çiş sıçramasın diye nasıl taklalar attığımızı anlatmayayım. Ama dört gün, çiş dışında her şeyi içimizde tuttuk.
Ve çıkış,
Dün yani 12 Aralık günü bizi hastaneden alan özel mini otobüse bindik. Otobüs ilaçlandı, kostümlerini giydiler, valizler ilaçlandı, biz ilaçlandık, sosyal mesafe boyu bizden uzak durarak otobüse aldılar ve en arkaya oturttular. Çok da umurumuz değildi. Ne de olsa hastaneden kurtulmuştuk ve hastane süresince yapılan bütün tahliller negatif çıkmıştı. Yol boyunca çevremize merakla bakınarak otelimize vardık. 14 günlük karantinaya devam edeceğimiz yerdi burası. Odaya çıkmadan önce Efe gerekli prosedürleri halletti. 75 kilo valizi ( ki börekler azaldı, ton balık ve çubuk krakerler yendi, sanırım 73 kg olmuştur) odaya taşıdık, üçümüz aynı odada olacağız diye sevinerek odamıza çıktık. Doğru banyoya. O sırada kirli kıyafetleri ayırdık, ders kitaplarını dizip Ela’ya, okula online bağlanacağı alan hazırladık. Günlük çamaşır ve tişörtleri, ilaçları, yünleri, yemekleri kısaca her şeyi tasnifleyip odaya yerleştik. Bankadan Ateş’in iş arkadaşı Vini bize mükemmel bir Türk yemeği sipariş etmiş. Saat tam 17.30’da yemek geldi. Günlerdir aç olduğumuz için nasıl yediğimizi bilmeden yedik. Birden Efe, “anne telefonuna bakar mısın?” dedi. “Ne oldu?” dedim. “Whatsapp’a bak,” dedi. Gözlerim yuvalarından fırladı. Uçakta Efe’ye yakın oturan bir yolcu pozitif çıkmış ve biz yüksek risk kategorisine geçmişiz. Yerleştiğimiz otel düşük risk kategorisiymiş. Bu nedenle hemen toparlanıp yüksek riskli grubun kaldığı otele geçiş yapmamız gerekiyormuş. Ben birinci kuralı sinirden unutmuş bir halde direnirken otelin kapısına ambulans, odanın kapısına robotlar dayandı bile. Pijamanın üstüne montumu geçirip çıktım. O valizleri nasıl doldurduk bilmiyorum. Ayakkabım elimdeydi ama bak onu biliyorum. Ambulansta koyacak yer ararken fark ettim bunu. Biz şimdi ikinci oteldeyiz. Henüz covid olmadık ama sanırım psikotik olmaya az kaldı. Bizi merak eden, bizim için endişelenen, burada yalnızlığımızı paylaşıp, saatlerce anlattığım aynı şeyleri sabırla dinleyen herkese selam olsun. Çin’e gelirken bu prosedürleri lütfen bilin. Biz yandık siz yanmayın. Biz 24 Aralık tarihine kadar karantinadayız. Umarım günlerimiz sorunsuz geçer. Hepinize covidden uzak sağlıklı günler diliyoruz.
Ve buradan koca bir teşekkür becerikli, akıllı, eğlenceli, iletişim yeteneği yüksek oğluma. Her zaman seninle gurur duyuyorum. Ve diğer teşekkür cesur, uyumlu, sevecen, üzülse de yorulsa da aç kalsa da dayanan güzel kızıma. Her zaman seninle gurur duyuyorum.
Son Yorumlar