Cunda’ya veda edip bisikletleri de arabaya yükledikten sonra kırk derece sıcakta, Sivrice koyuna gitmek üzere yola çıktık. Bu arada Cunda’da kaldığımız taş evde çamaşır ve kurutma makinası vardı. İlk defa bu tatilde Efe, Ela ve ben kabin boy valize, üçümüzün az sayıda eşyasını doldurduk ve sadece ihtiyacımız kadar eşyamız olsun diyerek yola çıktık. Bu yüzden kaldığımız yerde çamaşır makinasının olması bizi pek mutlu etti. Akşamları kısa programda tişörtlerimizi ve deniz havlularımızı yıkayıp kuruttuk. Son gün makinanın kapağı, aksilik bu ya açılmadı. Onu açmak için o kadar çok uğraştık ki yola çıkışımız bu yüzden öğle saatine sarktı. Sevgili Canan Hanım’a buradan teşekkür ediyorum, mayolarımız ve diğer kıyafetlerimiz Cunda’da kalmasın diye makinenin kapağını kırma pahasına bizi eşyalarımıza kavuşturdu. 🙂 Şu eşya meselesini burada gündem yapmadan geçmeyeceğim. Bir önceki tatilimiz Kaş’a giderken gece için ayrı, gündüz için ayrı kıyafetler aldık. Ve fark ettik ki bu bir saçmalık. Yani eşya işlevinin önüne geçip yük oluyorsa neden var? Elbette temiz bir kıyafet bize kendimizi daha iyi hissettirir ama o temiz kıyafet her gün aynı kıyafet olsa hayatımızda ne değişir? Kendimizi nereden kuruyoruz? Sahip olduklarımızla mı? Zaten bir an geliyor o eşyalar çoğalıp çoğalıp hepimizin yaşam alanını daraltıp bizi ele geçir miyor mu? Bunlara kafayı takıp, Efe ve Ela’yla bunun üzerine kafa yorduktan sonra iki tişört, iki şort, mayo, havlu, terlik, don gibi temel ihtiyaçları alıp, almadıklarımızın yerine de bisikletleri, kitapları, bilgisayarları rahatça sığdırıp yola çıktık. Ve gerçekten de yanımıza almadıklarımızın eksikliğini hiç hissetmedik. İstanbul’a döndükten sonra bu konu üzerine kafayı yormaya devam ettik. Giysiler, tabaklar, çarşaflar, havlular, takılar, oyuncaklar, kitaplar… (kitaplar konusunda parantez açmakta fayda var, kitaplığımızda bizimle birlikte var olmasından mutlu olduğumuz, her an elimizin altında olmasını istediğimiz başucu kitabım dediğimiz kitaplar burada mevzumuz değil) Bunları kolilere doldurup STK ‘lara göndermeye karar verdik. Hatta geçmişi temiz, kuruluş amacına sadık kalabilmiş birkaç yer bulduk. Döndüğümüz hafta sonu ilk işimiz bu oldu. Ama asıl bundan sonra dikkat edeceğimiz şey, yeniden biriktirmemek, istifçilik yapmamak, az almak, yeteri kadarına sahip olmak ve alma hastalığından kurtulmak. Neyse yeni blog yazıları seyahat deneyimi aktarımı olduğu kadar iç döküş yeri de oldu. Tam bu noktada size bir kitap ve belgesel önereyim. Minimalizm -Anlamlı Bir Yaşam adlı bu kitap kendi hayatlarında bir aydınlanma yaşayarak sadeleşen Joshua Fields Millburn ve Ryan Nicodemus’a ait. Bunu neden ve nasıl yaptıklarını anlatıyorlar. Aynı hikayenin Netflix’de belgeselini de çekmişler. Adı: Minimalizm -Önemli Şeylere Dair Bir Belgesel. Yaklaşık bir buçuk saatlik bu belgeseli de tavsiye ederim. Gelelim tatilimizin ikinci kısmına. Anlatmaya kaldığımız yerden devam… Sivrice’de Faros Otel’de kaldık. Burası o kadar sade ve işlevsel ki bir gece kalıp Gökçeada’ya geçecekken Efe ve Ela’dan gelen yoğun istekle bir gün daha uzattık. Sonuçta önü deniz. Tahta bir iskeleden denize giriliyor. Hemen yanı otelin yemek alanı. Üstelik tahta masa ve iskemleleriyle son derece tatlı. Arkamızdaki toprak yoldan karşıya geçer geçmez bir çim alan vardı ve akşamları orada oturup, bilgisayarları açıp, internete bağlanırken, püfür püfür bir esinti de bize eşlik etti. Buraya da otele ait masa ve sandalyeler koymuşlar, onun da arkası odalar. Yani elli adım içinde denize girmek, yemek yemek, odaya gitmek mümkün. Otele, oda- kahvaltı ve akşam yemeği dahil üç kişi için ödediğimiz fiyat da son derece ekonomikti. Üstelik iki akşam balık yedik. Efe ve Ela normalde bu kadar balık düşkünü değildir ama tazecik balıklar güzel bir salata eşliğinde mis gibi servis yapılınca afiyetle yediler. Sivrice Faros’u deniz tatili için tavsiye ederim. Pırıl pırıl denizi, balıklarla birlikte yüzülen cinsten. Hazır bu kadar yakınken Behramkale’ye de gittik. Yaklaşık 15 km civarı bir yol. Assos Antik kentini gezdik ve antik kentin hemen girişindeki kahvede kara dut suyu içtik. Gün batımı da Athena Tapınağı’nda. Fakat o gün çok rüzgarlı ve bulutlu bir gün olunca güneşi net bir şekilde batıramadık. Yine de rüzgarlı olması iyiydi çünkü sıcak, çok sıcak, çok çok çok sıcak… Behramkale’de köy kahvesine uğradık. Kahvemizi içtik. Çocuklar da kahvenin tam karşısındaki dondurmacıdan dondurma aldı. Yörük tezgahlarını gezdik. Fotoğrafta abisinden şapka isteyen Ela’yı görebilirsiniz. Burada da kendi tasarımını yapan, dikişini diken bir minik dükkan bulduk. Bu tür yerleri desteklemek lazım diyerek sizinle de paylaşayım hemen. İnstagram sayfası: SebnemOrki. Sivrice’den huzurlu bir duyguyla ayrıldık. Gökçeada’ya gitmek üzere yola devam.
Bunlarda İlginizi Çekebilir
1 yorum
Çok tatlı ve naziksiniz.Sevgiler.Şebnem Örki