Uğrasızlar ile birlikte Hatay yolcusuyuz. Ailecek geziyoruz ya Uğrasızlar da ailemizin en kıymetli üyelerinden… Onlarla sanırım bu dördüncü şehir gezimiz. Her biri diğerinden daha keyifli dört hafta sonu. Uğrasızlar ile birlikte olmanın en güzel taraflarından biri herkesin bir kankası olması. Ela ve Uygar’ı bir tek uyku ayırıyor. Efe ve Sarp ise son iki gezidir zaten birlikte, ayrı bir odada kalıyorlar. Artık tam ergen muhabbetinin koyulaştığı dönemdeler ve odalarından sürekli kahkaha sesleri geliyor ve daima çevrimiçiler 🙂
Sabah 5.30 uçağı ile yolculuk yapacaktık. Ateş’in kaçta kalktığını tahmin edersiniz. Sanırım 03.00 suları saati çaldı. Aslında ben bu duruma çok söyleniyorum ama ne zaman tek başıma ya da Ateş olmadan çocuklar ile seyahat etsem her seferinde uçağa zor binmişizdir. Bir defasında Efe’nin Bodrum’da yelken yaptığı dönemde, Bodrum’dan İstanbul’a dönüyoruz. İlk defa uçuşa bir saat kala havalimanında olup keyif yaptık. Ateş’e fotoğraflar atıp, “bak biz sensiz de vaktinde havalimanında olabiliyoruz” falan diye geyik yapıyoruz. Neyse, son çağrı, ”- Haydi kapıya ” anonsunu duyduk. Uçağa binmek üzere kapıya geldik, cep telefonumdan online check-in barkodunu gösteriyorum, adam demez mi ”-Bu online check-in barkodu değil.” ”-e nasıl olur ? biz bununla kapıdan geçtik.” Bu sefer şaşırma sırası adama geçti ve nasıl geçebildiğimize şaşırdı. Son çağrıya kadar check-in yapmadığımız için bizim isimler sistemden bile silinmişti. Gülelim mi, ağlayalım mı, yalvaralım mı derken, Ateş aradı 🙂 ”-Hadi hala daha teliniz niye açık binmediniz mi? Rötar mı var? ” diye art arda soruyor… Olanı anlatsak kalp krizi geçirir 🙂 Konunun nasıl çözüldüğü belirsiz ama uçağa Çelebinin özel binek aracı ile son dakikada bir mucize gibi binebildiğimizi hatırlıyorum.
Uçakta önce herkes yerlerine oturuyor, sonra bir curcuna, Ela Uygar’ın yanına, Efe Sarp’ın yanına. Biz artık kimin yanına düşersek. 🙂
Ben iki bıcırık ile oturdum ve inanır mısınız 1,5 saat konuştular. Ela’nın dili ile dersek, ”-Bu yüjden hiç ama hiç uyuyamadım.” Hatay’da bizi ılık bir hava karşıladı. Aslında ailemizin tedbirlisi sevgili eşim, bütün hafta her gün bize Hatay hava durumu hakkında bilgi verip her seferinde de yağmurlu olacak demişti. Neyse ki şemsiye almayı unuttum. Yoksa elimde boşuna taşıyacaktım ya da güneşe karşı açacaktım. Hyundai minibüsümüze kurulduk. O koskoca minibüse nasıl oluyor da ancak sığıyoruz inanın anlamıyorum. İnci ve ben en arkaya sığıştık. Altuğ direksiyona geçti. ”-Evet ” dedi, ”rotamız nedir?” Açız, güzel bir Antakya kahvaltısı yapma peşindeyiz. Bilal’den Karaca Kahvaltı Salonu diye bir yer öğrenmişiz. Oraya gitmeyi kafaya koyduk. İnternetten baktık, offf nefis, puanı yüksek. Fotoğraflar şahane 🙂 Tek sorun 20-25 km uzaklıkta bir yer. Sorun mu? Değil. İşimiz ne? Haydi kaptan, yola koyul… Bu üçlü, cep telefonundan nasıl bir rota girip tarif izliyorlarsa (Ateş, Altuğ ve Siri ) bir ara minibüs uçtu, İnci ve ben havalandık. Kafamız tavana değdi ve geri konduk. Ardından ana yoldan çıktık. Toprak bir yolda gitmeye başladık ve inanmayacaksınız ama toprak yol da bitti. Evet, yol bitti. Siri’ye mi kızalım kılavuzlarımıza mı? Biz İnci ile bunları düşünürken beyler, bize kızmaya karar verdiler. Daha yakın bir mekan yok muymuş? Burası nereden çıkmış? O sırada biten yol yeniden yeşerdi, böylece mutlu olduk, sustuk…
Yeniden asfalta ulaştığımızda ise sarılıp öpüşecektik. Ama bu sevinç hali Karaca Kahvaltı Salonunu görünce yerini yeniden aile faciasına bıraktı. Evet, salaş bir yerdi. Evet, yer sofrasıydı. Evet, bahçe olduğu için soğuktu, üşürdük 🙂 Ama çok açtık. Ne olurdu sanki burada yeseydik? Hijyen, ishal, çocuklar, üşüdüm gibi kelimeler havada uçuşurken, biz tekrar şahane minibüsümüze binip Antakya merkeze doğru, ama bu sefer asfalt yoldan ayrılmadan, yola koyulduk. Yolda internetten, Hatay Sultan Sofrası diye gayet hijyenik bir yer bulduk :-). Mekana geldiğimizde kahvaltısını bitirmiş ve bahçede kahve eşliğinde sigara keyfi yapan bir adam, bizlere “merhaba” dedi. ”-Sizinle sabah aynı uçaktaydık.” Bizi bir gülme aldı. Öyle ya, adam nokta atışı yaparak doğru yere gelmiş, karnını doyurmuş, keyif faslına geçmiş. Siz nerede kaldınız dese nerede kaldığımızı da anlatamayacağız. Beylerin hakkını veriyorum. Çok güzel bir yerdi. Eski bir Hatay evi, taş bina, ortasında avlusu. Avluda ağaçlar, bahçede kediler. Huzur dolu bir mekan. Yediklerimizi ise anlatmaya gerek yok. Lezzet garanti. Çaylarımızı, kahvelerimizi içtik. Şakrak mutluluğunu bizlere de yansıttı. 🙂 Hatta o huzurlu bahçede kitabını okumayı bile ihmal etmedi.
Kahvaltının ardından bulunduğumuz yere yürüyüş mesafesinde olan tarihi cami ve kiliseleri gezmeye başladık. İlk durak; Habib-i Neccar Camii. Bu cami önemli, önemi Roma döneminde bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş olmasından kaynaklı. Anadolu’nun ilk camisi. Habib-i Neccar, Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalı ve cami adını bu kişiden almış. Bu kişi, M.S. 40’lı yıllarda Antakya’da yaşamış. Caminin girişinde solda Hz. İsa’nın havarilerinden Pavlus ve Yuhanna’nın türbesi var. (Yunus ile Yahya) Cami, içinde ilk Hristiyanlara ait mezarları da barındırıyor.. Bu yüzden de dinler arası hoşgörü ve dayanışmanın simgesi olan Antakya için önemi büyük.
Bir sonraki durak Katolik Kilisesi. 1850’li yıllarda yapılmış bu kilisenin içinde bir de minik manastır var. Ama o bahçesi… Emin olun o güzelim portakal ve greyfurt ağaçlarının altında akşama kadar otursanız sıkılmazsınız. Arada kuşlar size eşlik eder. Bir çan sesi duyarsınız, o sese ezan sesi karışır… “Allah’a giden her yol birdir” der o sesler size. Her yol bir.
Uzun Çarşı’ya yürüdük. Burada taze çekilen künefeler, kapısında kasap yazan kebapçılar, defne sabunu satan dükkanlar, baharatçılar, zeytin, peynir, salça… Ayakkabı, kıyafet… Bir sürü kuyumcu… Yani ne ararsanız var. Esnaf hem iş yapıyor hem birbiri ile sohbet ediyor. Asla İstanbul’daki gibi “abla, abi gel” sesleri ile müşteriye seslenmeler yok. Antakya’ya gelmişiz ve hala künefe yememişiz, olacak şey değil. Ne demişti Bilal bize, Çınaraltı Künefe, Yusuf Usta. O daracık sokaklarda, renkli dükkanların önünden geçerek çıktığınız minik avlu, çöldeki vaha gibi. Çünkü bu minik avlunun tam ortasında dev bir çınar ağacı sizi karşılıyor. Künefeler sade ya da yemyeşil fıstıklı. Sizin tercihinize kalmış. Avluda çayınızı içip künefenin etkisi ile yanan içinizi, demli bir çay ile hafifletin. Hatta sade bir Türk Kahvesi de güzel bir tercih olabilir. Künefesine ilişkin yorum yapamayacağım. Tatlıyı çok seviyor olmama rağmen, açıkçası künefe benim favori tatlım değildir. Ama yer miyim? Yerim tabii ki 🙂
Tatlının ağırlığı üzerimize çökmeden kalkmalıydık. Tamam, bir Muhteşem Beşli değiliz, bir günde iki şehir yapamayız ama en azından Antakya’nın hakkını vermek gerek.
St. Pierre Kilisesi,
Hıristiyanlığın ilk kiliselerindendir. 1963 yılında Papa 6.Paul tarafından hac yeri olarak ilan edilmiş. Her yıl 29 Haziran tarihinde burada törenler düzenleniyor. Dünyanın ilk mağara kilisesi ve Hristiyanlık mezheplere ayrılmadan önceki ilk kiliselerden biri olma özelliğine sahip. Habib-ün Neccar dağı eteklerinde doğal bir mağara iken kiliseye dönüştürülmüş. İçinde kısmen sağlam kalmış mozaikler de mevcut.
Antakya Mozaik ve Arkeoloji Müzesi
Müzeyi anlatmadan önce şunu söylemem gerekir ki özellikle Anadolu’da son dönemde gezdiğim müzeler, Avrupa’daki benzerlerine fark atacak düzen ve görsellikte. Zeugma’daki hayranlığım burada da aynı şekildeydi. Müzede M.S. 2. yy’den M.S. 6. yy’e kadar 400 yıllık bir döneme ait mozaikler mevcut. Bunların çoğu da taban mozaiği. Hatay dünyanın en büyük 2.mozaik koleksiyonunu barındıran şehir. Hatay’ın Reyhanlı ilçesi Tell Tayinat höyüğünde bulunan, Hitit Kralı 2. Şuppiluliuma’nın, 3000 yıllık heykeli de burada sergilenmiş. Ayrıca Hatay ve civarındaki kazılara ait 13 farklı medeniyetin izleri burada sergileniyor.
Müzeyi sıra ile gezdik. Sıra ile gezdik çünkü ufaklıklar arabada uyumuştu. Onların başında dönüşümlü kalarak müzeyi gezdik. Yeniden yola koyulduğumuzda artık acıkmıştık. Çarşının içinde PÖÇ Kasabı var. Listemizde yer alan bu mekanda Tepsi Kebabı ve Kağıt Kebabı yiyecektik. Ancak kasaba doğru ilerlerken Efe’nin canı döner istedi. Aslında Abdo Döner de listemizdeydi. Caddenin üzerinde yürürken birden dükkanın önünden geçtik. Ben de Efe’ye oradan döner dürüm aldım. Elimizde döner dürüm, PÖÇ Kebap’a girdik. Tok olanı bile acıktıracak bir yer burası. Kelimenin tam anlamıyla lezzet yuvası. İki kebap arasındaki tek fark sanırım tepsinin altındaki kağıt. Kağıt olan bana daha lezzetli geldi. Diğeri biraz daha sulu bir kebap. 1 kg. kıymadan iki tepsi kebap getirdiler. Üzerleri sıcacık pide ile kaplı, pişmiş domates ve közlenmiş biber eşliğinde servis ediliyor.
Yemekten sonra ergenler, odalarına gitmek istediler. Ateş ve Altuğ onları otele kadar bıraktılar. Biz bu arada İnci ile Affan Kahvesine yürüdük. Bir kahve bu kadar mı güzel olur? Yüksek yüksek tavanlar, tahta masalar, her yer tepeye kadar cam, bina klasik Antakya mimarisinin özelliklerini yansıtan taş bir bina. Arka tarafta avlusu var. Aile salonu diye oklar çizerek yönlendirmişler. Kasanın olduğu tahta masanın üzerinde, çocukluğumuzdan kalan çevirmeli bir telefon duruyordu. Yanında da, altındaki küçük tüpten aldığı enerji ile aydınlatan lüks lambası. 36 yıl önceye gittim. İzmit’teyim. Canım İzmit’im. Canım dedem. Sürekli elektrikler kesilirdi. Elektriklerin kesilmesi o zamanlar benim için çok eğlenceliydi. Dedeme sarılır, korkulu masallar anlatmasını isterdim. Babanem ya bir mısır patlatmış olurdu ya meyve soyardı. Dedem… Çocukluğum. Dedem benim için mutlu çocukluğum demek. Çocukluğuma dair en güzel anılarım İzmit ve Didim. Dedem, babanem… Başka da yok zaten. Kötüleri beyin siliyor. Ya da silmiyor da biz halının altına atıyoruz. O lamba beni dakikalar içinde Dedeme götürdü. Neyse…Gezi bloğu ya, toparlayalım… Antakya’ya geri dönelim. Ama Affan Kahvesinden çıkmadan bugüne gelemem ki. Çünkü orası hepimizin çocukluğundan kalan bir hatıra.
Avluya çıktım, babanemin Vita yağı tenekelerini gördüm. Sarı tenekeleri hatırlarsınız değil mi? Tenekelerin içine çiçekler ekilmiş ve avluya dizilmişti. Haytalı Tatlısı sipariş ettik. Avludaki duvarda Haytalı Tatlısı ve Adana’nın meşhur Bicibici’si arasındaki farkın özetlendiği bir yazı var çerçeve içinde.
İkisini de denemiş biri olarak net söylüyorum, Haytalı muhteşemm… Gülsuyu kokusu, rengi, muhallebisi, dondurması.
Öyle hafif ve lezzetli bir tatlı ki bayıldık. Bu arada yanında gelen demir kaşıklar (küçük ve içi çukur) ve kahvelerinizin çay bardağında gelişi de güzel ayrıntılar. Ateş ve Altuğ da gelince birer kahve içtiler. Sonra sokak aralarına daldık.
Antakya’nın sokak aralarına lütfen vakit ayırın. Her sokak size başka hayatlar gösterecek. Tatlı ve sevecen insanlar, onların keyifli görüntüleri. Mutlaka çok sıkıntı ve dertlerle boğuşuyorlardır. Her insan gibi. Ama bu kısa ziyaretim ve gözlemlerimde ne hissettim biliyor musunuz? O insanların geneli pozitif. Sade bir hayatları var. O sade hayatlarını evde yaptıkları şaraplar, evde yaptıkları ekmekler, zeytinler, salçalar, el işleri, ipekler süslüyor. Kapılarının önü hepsinin temiz. Kapının önünden rastgele geçerken, olur da karşılaştınız o güzel insanlardan biri ile… Sizi süzmüyorlar bile. Onun yerine gülümseyerek kahve içmeye davet ediyorlar. ”-Merhaba!” diyorlar. Dünyanın en güzel, en sade kelimelerinden biridir merhaba. ”-Merhaba, buyurmaz mısınız? Bir kahve ikram edeyim size.” diyorlar. Ya da ”-Nohut mayalı ekmek yapmıştım, durun bir parça vereyim.” diyorlar.
Çok alışık olmadığımız bir durum tabii ki. Mesela ben İstanbul’da yaşadığım sitede, dört yıldır herhangi bir komşum ile yemek yemişliğim yok. Ama insanı insan kılan aslında bu dokunuşlar. Sokaklarından sütçü geçiyor mesela. Bu da çocukluğumuza ait bir durum. Bakın bunu da bizzat ben deneyimledim. Pazar sabahı, erken kalkıp tek başıma sokağa çıktım, amacım hem fotoğraf için uygun ışığı yakalamak hem de diğerleri uyanana kadar o sokakları biraz daha içime çekmekti. Sütçü ile o zaman karşılaştım. Sesini telefonuma kayıt ettim. Kilise çanlarını kaydettim, kuşların ötüşünü kaydettim. Antakya’yı yeniden aynı duygu yoğunluğu ile hatırlayabilmek için bu yazıyı okumak kadar, fotoğraflarına bakmak kadar sesler de çok önemli. Yani duyuları mümkün olduğu kadar çok harekete geçirmek lazım. Neyse sütçü amca seslene seslene sokak aralarında dolaşırken ve ben de kendisinin peşine takılmışken birden sustu ve geri dönerek ,”-Ya uyuyordur şimdi insanlar, ben de rahatsız etmeyeyim.” dedi. Bunu kendi kulağım ile duydum. Antakya sokaklarında en sevdiğim görüntülerden biri de duvar yazıları oldu. Siyasi, anarşik, devrimci yazılara alışığızdır değil mi? (ki öylesi yazılar da güzeldir) ya da küfür görürüz genelde. Takımdaşlık üzerine slogan ya da küfürler. Bir tane böyle bir yazı görmedim. Gördüğüm şey, şiir, aşk, sevda üzerine sözlerdi. Çoğunun fotoğrafını çekmeye çalıştım. Ya, dedim, bu Antakyalı nasıl bir Türk. Ya da hepimiz bir zamanlar Antakyalıydık da sonradan mı İstanbul bizi bozdu? 🙂 Yüreğinde sevgi taşımayan bir insan zaten hoş görülü olamaz.
Her sokak arasında karşına çıkan farklı dinler, işte bu sevginin eseri bana göre. Sokakları keşfederken hayatın size sunduğu seçenekler gibi sürekli karşınıza iki yol ayırımı çıkacak. Hatta bazen üç. Bu noktada ya mantık yürüterek kafanızda bir Google map görmeye çalışacaksınız ya da işi içgüdülerinize bırakıp rastgele birini seçeceksiniz. Sonucunda aslında kaderinizi yaşayacaksınız. Sokakların bir kısmı da çıkmaz sokak olarak bitecek ve aynı yoldan geri döneceksiniz. Ama bu durumu vakit kaybı olarak görmeyin. Çünkü sokak çıkmaz da olsa, karşınıza mutlaka dar yolun tam ortasında ki oluktan akan suyu içen bir kedi ya da bir kuş çıkacak. Ya da kapısının önünü yıkayan bir kadın göreceksiniz. Ya da penceresinin önüne, duvarı ile aynı renkte bir çiçek konmuş ev göreceksiniz. Bunları fotoğraflamadan dönmeyin e mi? Kısaca benzetmem o ki seçimleri bizim yaptığımızı düşündüğümüz hayatımızda da, aslında kaderimizi yaşarken, karşımıza çıkan her ne ise onun da mutlaka keyifli ve görülmesi gereken bir tarafı var. Onları bulup yaşamaya karar vermek bizim tercihimiz. Cumartesi akşamına geri dönersek, Ateş ve Altuğ otele döndükten sonra biz İnci ile gün bitip karanlık çökene kadar dolaşmaya devam ettik. Uygar ve Ela bizi hiç üzmedi. El ele sokakları arşınladılar. İpekçilerden güzel şallar aldık. Otele döndüğümüzde bir duş aldım ve biraz dinlendim. Gece daha bitmemişti. Saat 20.00 için Sveyka’ya rezervasyon yaptırmıştık. Aslında pek aç değildim ama gündüz mekana uğradığımız da, ortamı o kadar beğendik ki hem mezelerin tadına bakmak, hem canlı müzik dinleyerek Antakya’nın gecesini de yaşamak için gitmek istedik. Zaten Antakya’da her şey o kadar lezzetli ki tok da olsanız mutlaka yemek yiyecek bir yer açılıyor midenizde. Biz sadece sıcak ve soğuk mezelerden sipariş ettik. İstisnasız hepsini çok beğendik. Minikler sandalyelerde uykuya daldı. Delikanlılar alt katta çevrimiçi takıldılar. Biz de daha fazla oturmadan kalktık. Kireçte Kabak tatlısı ve meyve ile finali yaptık. Yorgun bir şekilde uykuya daldık.
Pazar gününün programı da yoğundu. Bilge’nin bize önerdiği iki köy vardı. Bunlardan biri Vakıflı isimli Türkiye’de var olmaya devam edebilmiş tek Ermeni köyü. Diğeri ona 2 km mesafedeki Hıdırbey Köyü.
Kahvaltının ardından bu köylere doğru yola çıktık. Bu arada kaldığımız otel, Liwan Otel isimli Eski Antakya içinde konumlanmış ve bu yüzden her yere yürüyüş mesafesinde bir oteldi. Üç oda için 550 lira ödedik. Otel çok güzeldi, görevliler sıcakkanlı ve güler yüzlüydü. Kahvaltısı yöresel ürünleri de içeriyordu. Sizlere de gönül rahatlığı ile tavsiye edebileceğim bir otel.
Vakıflı Köyüne vardığımızda kilisede ayin vardı. Ancak dışarıdan birinin ayine katılması yasak. Köy yemyeşil ve çiçekler içinde. Evler son derece düzgün, bakımlı görünümlü taş evler. Kilisenin avlusunda ve köyün meydanında bir kaç kişi ile sohbet ettik. Genelde konu, İstanbul’da patlayan bombaydı. Onlar da bu durumdan çok tedirgin bir şekilde “ne olacak bu gidiş?” diye bize soruyorlardı.
Köyü biraz dolaştıktan sonra köyün yukarı yönlü çıkışında Gümüş adında bir kahvaltıcı var. Manzaraya hakim bir noktaya kurulmuş. Orada durup bir kahve molası verdik. Kahve diye durduk ama Altuğ elinde katık denen gözlemeler ile gelince, gazozları da sipariş ederek yemeye devam 🙂
Ardından Hıdırbey Köyü. Hıdırbey köyünün içinden dere akıyor ve meydanında kocaman bir çınar ağacı var. Bu ağacın bir de hikayesi var. Köylüler ağacın 3.000 yaşında olduğuna inanıyorlar. Evet, gövdesi çok büyük ve iyice açılmış ama bu durum yaşına delil midir bilemem. Hızır ve Musa Samandağ’da buluştuktan sonra Hıdırbey Köyü yakınlarında Musa Dağı’na çıkmak üzere yola çıkarlar. Hıdırbey köyüne geldiklerinde Hz. Musa çok susar ve bastonunun bu çınar ağacının bulunduğu yere bıraktıktan sonra dereden su içer. Sonra yola devam ederler. Hz. Musa bastonunun unuttuğunu anlar. Almak için geri dönerler ve bastonun yeşerip filizlendiğini görürler. İşte o baston rivayete göre bu Çınar ağacıdır. Doğal ürünler satılan bir sabit pazar da sürekli orada ve köy de yetişen ürünlerin satışı yapılıyor. Taze kekik kilosu 15 lira. Bundan kendime ve arkadaşlarıma aldım. Taze kekiği çok severim. Geldiğim günden beri her sabah bir avuç yıkayarak, domates ve kırma zeytin ile birleştirip üzerine nar ekşisi dökerek kahvaltı sofrasına getiriyorum. Nar ekşisi, biber salçası, ceviz, zeytin ,sabun… Kısaca burada da ne ararsanız en doğal hali ile mevcut.
Köyden ayrılıp yeniden Hyundai’ye bindik. Aslında arabanın adı Kara Bela olabilirdi. Birçok belaya bulaşmış gibi pis, tangur tungur ama çok da eğlenceli bir minibüs. Altuğ yine Siri’yi açtı. Ateş ”-Kapat abicim bunu, denizi görüyoruz işte onsuz da ineriz, etrafına baksana biraz, Hatay’ı cep telindeki haritadan gördün sadece.” deyince hepimiz, bir ohh! diyerek güldük. Altuğ’un üzerinden bu stresin alınması ile uyuması eş zamanlı oldu 🙂 Sanırım fazla germişti bu yol işleri kendisini 🙂
Güzel manzaralar sunan bir yoldan Cevlik Limanına indik. Burada önemli bir dünya mirası var. 2014 yılında da Unesco listesine eklenmiş bu miras, Titus Tüneli ve Kaya Mezarları. M.Ö. 4500 yıllarında ilk yerleşimin başladığı düşünülüyor. Büyük İskender’in ölümünden sonra onun generalleri arasında paylaşılan bu topraklar, General Seleucus’un payına kalır. Deniz seviyesinden 300 metre yükseklikteki yukarı şehri liman ile birleştirmek için bu tüneller kazılır. Dağdan gelen sel suları limanı doldurmasın diye kazılan bu tünel ile (1380 metre uzunluğu, 7 metre yüksekliği, 6 metre genişliği) sular bu kanal vasıtası ile limanın uzağına aktarılmış. Ayrıca kaya mezarlarını da görebilirsiniz. Kayalara oyulmuş mağaraların içinde çok sayıda mezar mevcut. Burası yazın muhteşemdir diye tahmin ediyorum. Çünkü deniz pırıl pırıldı. Koy ve plaj çok güzeldi. Efe, Pasifik kıyıları gibi paçaları sıvayarak suya koşmak istedi ama vaktimiz kalmadığı için bu keyfi yaşayamadan Harbiye’ye doğru yola devam ettik.
Harbiye, Hatay’ın 6 km dışında, Türkiye’nin en güneyinde yer alan, şelaleleri ve yeşilliği ile doğası çok güzel bir yer. Bir gün önce Hatay Şube Müdürü arkadaşımız, yemek yemek için Harbiye’de Kule Restoranta mutlaka gidin demişti. Biz de bilen sözü dinleyerek ne kadar iyi bir şey yaptığımızı gördük. Kule, adı gibi bölgeye yüksekten bakan, Asi Nehrinin kıvrımlarını gözlemleyebildiğimiz, çepeçevre cam ile çevrili olduğu için hava alanlarındaki gözlem kulesi gibi çok hoş bir mekan. Hatay’daki son öğünümüz diyerek ne var ne yok sipariş ettik. Burada yediğimiz künefenin Çınaraltından güzel olduğunu söylemeliyim.
Bu arada yemek olayı İstanbul ile mukayese edilmeyecek kadar uygun fiyatlı. Tabii ki İstanbul ile kıyaslamak çok doğru olmaz ama yediğiniz yemeğin lezzeti daha iyiyse, başta temizlik olmak üzere asgari kalite standartlarından fazlasını size sunuyorsa ve bunun karşılığında sekiz kişi en fazla 250 lira hesap ödediyseniz bunu da yazmak gerekir değil mi?
İşte iki günlük macera Kule Restorant ile sonlandı. Gerisi sohbet, muhabbet ve şarkılar eşliğinde Kara Bela ile havalimanına varış.
Beni çok etkiledi bu şehir. Antep ve Urfa’dan daha etkileyici. Mardin kadar şiirsel. Van ve Adıyaman’dan daha iyi korunmuş. İnsanlar hala kardeşliğini sürdürebilmiş. Suriye olaylarının olumsuz etkisinden paylarını almışlar ama buna rağmen söylenmek yerine şükretmeyi tercih ediyorlar. Mutluluk bir tercih aslında. Ama zor bir tercih. Zorluğu, zıtlığını seçmenin edilgenliğinden geliyor.
Eğer ruh hali, mantığa bağlıysa, umutsuzluk için olduğu kadar sevinç için de neden var demektir.
Umarım bu sevecen, güler yüzlü insanlar, yaşadıkları habitatı her şeye rağmen koruyarak, arada yolu oralara düşen şehirli ve küçük dokunuşlara özlem duyan bizim gibi insanları ısıtmaya devam ederler.
Bunlarda İlginizi Çekebilir
Son Yorumlar