İşte size anlatmak için sabırsızlandığım tur!! Adını ben koydum. ”Öznur’un Heidi Turu.” İnternete Heidi, Alp Dağları, Peter, Johanna Spyri…. kısaca bu hikayeye ilişkin her şeyi girdim ve tek tek okudum. Tüm köyleri, tüm dağları, tüm fotoğrafları…Ve bizi hikayeye götürecek rotayı çıkarttım. Neden bu hikaye benim için önemli? Sıkılmazsanız anlatayım mı? Tek taraflı bir diyalog gerçi bizimkisi. Ama bu bloğu takip edenlerin anlat dediğini hissediyorum. 🙂
Ben İzmit’te doğdum. İlkokul ikinci sınıfa kadar da orada yaşadım. Babamı 2 yaşında kaybettim. Bu yüzden benim hayatımda dedem çok önemli bir yerde oldu hep. Annem ben 7 yaşıma geldiğimde yeniden evlendi ve biz annemle birlikte İstanbul’a taşındık. İşte hikaye bu kadar basit. Siz de eşleştirmeleri yaptınız mı hemen? Heidi benim. Dedem, Alp dede. Alp Dağları, İzmit. Frankfurt ise İstanbul. Bayan Rottenmeier annem değil elbet. 🙂 O kadar uyduramadım kendi hikayemi Heidi’ye. Ama emin olun bayan Rottenmeier’in yerini doldurmaya aday birileri benim çocukluğumda da vardı.
Ben sürekli ama sürekli bu kitabı okudum. Bu kitabı bir tutku gibi mi okudum, bir nefes diye mi okudum, bir özlem ya da bir umut olarak mı okudum bunu bilmiyorum. Ama çocukluğuma dair hatırladığım en önemli kitap. Özel ilgim ve hazırlığım bu yüzdendi. Bu arada belirtmeliyim ki şimdi okuyacağınız bu rota, görüp görebileceğiniz en iyi Heidi rotası. 😀 Bu konuda asla tevazu göstermeyeceğim.
Can dostlarım M5 ile yaptım bu geziyi. Zaten km’si bol bir seyahat ve emin olun bu rota çocukla zor. Ya da siz, gün sayısını arttırıp geziyi biraz yayın ve çocuklarınızı çok yormaksızın yol alın. M5’e bir teşekkür edeyim önden. Neden derseniz, hayallerime ortak olup sorgusuz, sualsiz ve coşkuyla tamam dediler plana. Mesela Sinem dağa inip çıkmayı ve dönen yolları sevmez. Ama hiç şikayet etmedi. İnci bütün konaklama noktalarını seçti, rezervasyonları yaptı. Gamzeciğimiz eşinin yanında kalması gereken bir döneme denk geldiği için bize kalbimizde eşlik etti. Ve Bilge, o zaten Heidi hikayesindeki, Heidi’nin en yakın dostu Clara. 😀
1.Gün
AHL den kalkan uçakla Zürich’e uçtuk. Buradan araç kiraladık. İlk hedefimiz Bern. Burayı görmek istememizdeki en öncelikli sebep, indiğimiz havalimanına yaklaşık 120 km yakınlıkta oluşu ve Einstain müzesiydi. Şehir gerçekten çok harika. İçinden Aare Nehri geçiyor. Yemyeşil bir doğası var. Old Town, UNESCO kültür mirası listesinin içinde. Einsteinhaus, 1903 ve 1905 yılları arasında ikinci katındaki bir dairenin Einstein tarafından kiralanması nedeniyle bu şekilde anılmaktadır. Nereleri gezmeniz gerekir ya da nerede kalınmalı bunları bilmiyorum. Çünkü biz şehirde 2 saat kadar kaldık. Fakat yeşil, sakin, doğa dostu bir yapılaşma ile insanı dinlendiren bir şehir olduğunu söylemeliyim. Müzeyi dolaşıp bahçesinde bir kahve içtik.
Bulle ve La Gruyere
Bulle köyü ve Bern arasında 60 km var. Aslında hedefimiz La Gruyere kasabasıydı ancak Bulle de yolumuzun üzerinde olduğu için uğradık. Burada, Musee Gruerien’i gezecek olursanız bölgenin kültürel mirasına ilişkin sergilenen objeleri de görmüş olursunuz. La Gruyere’ye devam ettiğinizde Museum HR Giger var. Bu müze, Giger’in resim, heykel ve diğer tasarımlarının sergilendiği bir yer olup Giger, 1940 yılında doğmuş, özellikle gerçek üstü, korkunç, fantastik obje ve eserler üreterek filmlere de ilham vermiştir. (Alien filmi gibi)
Dünyaca ünlü Gruyere peynirinin ev sahibi bu topraklar. Aslında bu peynir, bizim Kars Gravyerimizden daha güzel değil. Fakat pazarlaması daha iyi yapıldığı için onların peynirleri bizim peynirlerimizden daha bilindik. Köyün meydanı trafiğe kapalı ve kalesi ve köyü çevreleyen surlarıyla Ortaçağ’dan kalma bir yerleşim. Köy meydanında çok şirin ve butik hediyelik eşyalar satan dükkanlar ve fondü yiyebileceğiniz restorantlar var. Fondünün yanısıra diğer bir meşhur yemekleri Rösti. Bu aslında köy yaşantısı için pratik ve lezzetli bir tad olan, rendelenmiş patatesin omlet formunda kızartılıp sunulmasıyla hazırlanan bir yemek. Minik dükkanları dolaştıktan sonra yemek molası verdik. Hepimiz meydana bakacak şekilde masaya dizildik ve tam o esnada şahane bir yağmur başladı.La Gruyere’de Yağmur Güzel bir yemek yedikten sonra yola devam…Programın içinde peynir ve çukulata fabrikası gezileri vardı. Biz vakit yüzünden çukulata fabrikasını plandan çıkarttık. Peynir fabrikasını gezdik. Kasaba meydanının aşağı tarafında kalan peynir fabrikasının adı Maison du Gruyere. Fabrikanın gezilmesi yaklaşık yarım saat sürüyor. Fabrikanın içinde satış mağazası ve çeşitli peynirlerden fondü olarak yiyebileceğiniz restorantı mevcut. Haftanın 7 günü 9.00 – 18.00 arası açık. Biz gidemedik ama sizin için hemen bilgi veriyorum. Çukulata fabrikası Broc köyünde. Bu köy ve La Gruyere arası10 km. Çukulata fabrikası, Cailler. Bu marka Nestle’ye ait.
Yola devam. Bugün biraz yüklü olmuş program. Aslında köylerin arası birbirine yakın ama ilk gün uçak yolculuğu olunca, durak sayısı da fazla olursa yorgunluk kaçınılmaz. Evet sıradaki köyümüz;
Rougemont
İsviçre dağ köylerindeki geleneksel yaşamı gözlemleyebileceğiniz bir yer burası. Bu köyü neden listeye ekledim diye merak edecek olursanız, myswitzerland.com, bu siteyi gitmeden önce inceledim. İsviçre köylerinin tek tek fotoğraflarına baktım ve görsel olarak en güzel olanları ve geleneksel yapısını, kültürünü bize anlatanları seçmeye çalıştım. Rougemont da bunlardan biri. Burada 11.yy dan kalma bir ahşap kilise var. Özellikle çatı formu çok güzel.
Chateau-d’Oex ve Gstaad
İki köyün arası 7 km. Bu köy balon turları ile meşhur. Dağa kısa bir tırmanışla çıktığınızda köy meydanına varıyorsunuz. Klasik mimarisi yine 100 yıldan eski ahşap evler.
Konaklamak için seçtiğimiz köy, Gstaad ve aralarındaki mesafe 14 km. Konakladığımız tesisin adı, Posthotel Rössli
Gstaad Köyü deniz seviyesinden yaklaşık 1000 metre yukarıda, dağların arasında, içinden nehirgeçen, yamaç paraşütçülerinin de tercih ettiği mis gibi bir köy. Köy meydanı trafiğe kapalı ve pek çok mağaza yer almakta. Otelimiz son derece keyifliydi. Gece otelin sokağa çıkarttığı masalarda oturup görüntülü olarak Gamze’yi aradık. Hafif bir yağmur başladı ve şemsiyemizin altında günün yorgunluğunu atarak içeceklerimizi yudumladık. Kahvaltısı da son derece lezzetli ve doyurucuydu.
2. Gün
Yola çıktık ve ilk durak Interlaken. Ancak yol üzerinde ilk gördüğümüz teleferikde durduk. Stockhornbahn. Cableway ile önce küçük bir göletin olduğu ilk tırmanış yapılıyor, bir sonraki durak zirve. Ama bütçemiz sınırlı olduğu için her gördüğümüz teleferiğe de binmedik tabii. Burada binsek mi binmesek mi mevzuu bizi biraz oyaladı ve yola devam kararı baskın geldi. Yolumuz, her ne kadar 69 km olsa da 1,5 saat civarı sürdü. Biz bir önceki İsviçre gezimizde Interlaken’i keşfetmiş ve hatta konaklamıştık. Bu sefer Sinem görsün diye uğramak istedik. Göl kenarında o kadar güzel bir otelde kalmıştık ki Sinem’i buraya mutlaka götürmemiz gerek dedik. Otelin adı Neuhaus. Yemyeşil ve kocaman bir alana yayılmış çimleri var. Yine bu çimlere yayıldık, yuvarlandık. Hatta spor yaptık. İnci geleneği bozmadı ve tesisin bahçesindeki butikten en şık parçaları bulup bize gösterdi. Hatta aldık. 🙂 Yemeğimizi burada yedik. Hava güneşli ve pırıl pırıldı. Sinem çok sevdi. İnterlaken, Paulo Coelho’nun da kitabına konu olmuş güzel bir kasaba. Tepenizden aralıksız yamaç paraşütleri kuş misali süzülüyor.
Lauterbrunnen
Alplerin en güzel vadilerinden biri ve bu bölgede şaşıracaksınız ama 70 civarı şelale var. Zaten Lauter Brunnen ”birçok çeşme” anlamına gelen bir kelime. Bunların içinde en gösterişlisi Staubbach Şelalesi. Avrupa’nın en yüksek serbest düşen şelalesi ünvanı kendisine ait. Şiirlere konu olmuş. Üstelik şair, Goethe 🙂
Mürren
Şimdi size komik hikayemizi anlatıyorum hazır olun. Bu akşam konaklayacağımız köy, Mürren isimli bir dağ köyüydü. Mürren Köyü ile ilgili tek bildiğimiz araç trafiğine kapalı bir dağ köyü olması ve oradan da binilecek teleferikle Schilthorn Köyüne çıkıldığı bu zirvenin de Mürren’den 2.970 metre yukarıda olduğuydu. Biz şelalenin yani Lauterbrunnen Köyünün oraya aracımızı bıraktıktan sonra bir teleferik gördük. İki gündür zaten henüz binememiş olmanın verdiği heyecanla kısa bir oylama yapıp bu sefer oy birliği ile binme kararı aldık. Eşyalarımız arabada kaldı ve biz gidiş dönüş biletlerimizi alarak neşeyle cable’a bindik. Bir süre çıktık ve durduğunda anladık ki indiğimiz noktadan bir trene bineceğiz. Trene bindik aynı neşeyle ve harika dağ manzarası eşliğinde 20 dakika kadar süren bir yolculuk sonrası Mürren Köyüne vardık. Bu köy vadiden 1650 mt yukarıda. Köyde indik ama şaşkındık. Çünkü Mürren Köyünü dağın zirvesinde hayal etmemiştik. Kalacagımız tesis bu köydeydi ve eşyalarımız arabada kalmıştı. Yeniden aşağı inip eşyaları almak demek, cable için yeniden ödenecek chf’lar demekti. 🙂 Kafamız karışmış bir vaziyette tartışmaya başladık. Sinem ve ben, ”boşverin eşyaları, böylece yatar uyuruz.” dedik. 🙂 Bilge,”- ben yıkanmadan ve temiz giysilerimi giymeden uyuyamam.” dedi. İnci,” bana fark etmez, ikisine de uyarım.” deyince tartışma neticelenemedi ve acıktık. Köyün güzelliğini size anlatamam. James Bond filmlerinden birine konu olmuş bu şahane dağlar. Otelimizin adı Alpenblick.
Yemeğimizi güzel bir restorantta yedik. Yemek sırasında inelim mi inmeyelim mi konusu yine açıldı ve en sonunda Bilge, ben inip eşyaları alırım, dedi. İnci de Bilge’ye eşlik etmeye karar verince, en ideal ve ekonomik olarak konu çözüldü. Kızları yolcu ettikten sonra kapı kapı, çiçek çiçek dolaşıp fotoğraf çektik. Sonrasında otelimize döndük. Hayatımda kaldığım en özel otellerden biri. Benim için bir yeri özel yapan şey, anları hafızanıza kazıyabilmenizdir. Bu otelde geçirdiğimiz bazı anlar hafızamıza kazındı. Akşam üzeri masayı yola kurduk. İki sandalyeyi dağa doğru çevirdik tam yanımızdan minik bir dere akıyordu. Güneş önce kızıl, sonra pembe ve sonra mavi-mor renge bürünerek batmaya başladı. Tüm bu renk cümbüşünü karşımızdaki dağdan takip ediyorduk. Derken aşağıdan tren gözüktü. Çocuklar anne ve babasını görünce nasıl mutlu olursa biz de Bilge ve İnci’yi görünce çılgınlar gibi el sallayarak istasyona karşılamaya gittik. Masamıza iki sandalye daha çektik. Artık mor renk de siyaha yaklaşmıştı. Sohbet şahane ve bu sohbete Bilge’nin kuş cıvıltısı sesi ile şarkılar eşlik etti…
3. Gün
Yoğun programlı bir güne merhaba. Kahvaltının hemen ardından geldiğimiz biletlerimizle aşağı indik. Arabamıza binip şelalenin yanından geçerken kısa bir fotoğraf molası ve ilk hedef Törbel Köyü. Bu köy 106 km mesafede gözükse de yol için verilen sürenin 2.5 saat oluşu bizi dağları aşacağız sanırım diyerek düşündürttü. Zaten yolun bir bölümünde araba taşıyıcı bir trene bindik. ( Car Transporter) Uzun bir tüneli, yaklaşık 30 dakika boyunca rayların üzerinde giden araba taşıyıcı bir trenle geçtik.tüneli geçtiğimiz araç taşıma sistemi
Törbel
Burası gerçek bir dağ köyü. Daha öncekilerde dağ köyüydü elbet ama burasının en önemli farkı turistlerin keşfetmemiş oluşu. Hatta İsviçre’de yaşayan kişilerin bile burayı görmemiş olması muhtemel. Evler ahşap zanaat şaheseri ve her biri çiçeklerle süslü. Sokak araları dar geçişli. Evlerin altında hayvanların ağılları var ve mis gibi kokuyor. Restoran vs.yok ama kahve içebileceğimiz, köy evi kıvamında güzel manzaralı bir yer bulduk. Biraz soluklandıktan sonra yola devam..
Ernen
Burası da dağ köyü ve aynı zamanda müzik köyü. Törbel’e 43 km. William Tell hikayesini bilirsiniz. 13. yy da İsviçre’de yaşadığı iddia edilen efsanevi kahraman. Okçulukta çok başarılı. Hikaye o ki; İsviçre imparatorunun valisi, düklük şapkasını astırdığı meydanda, gelen geçen herkesin bu şapkaya selam vermesini ister. William Tell valinin bu şapkasını selamlamadığı için tutuklanır. Vali, onu ancak oğlunun başına konacak bir elmayı okla vurması halinde affedeceğini söyler. Tell, elmayı tam ortadan ikiye bölen atışını yapar. Ancak elinde iki ok vardır ve bunun sebebini sorarlar. O da, elmayı vuramasaydı ikinci okla valiyi vuracağını söyler ve bu yüzden yeniden hapse atılır. Hapsedileceği kaleye gemiyle gönderilirken kaçar ve valiyi bir okla öldürür. Hikaye bir kahramanlık efsanesi olarak halka ve pek çok şair ve müzisyene ilham verir. Bu hikayenin freskleriyle süslenmiş evi de ziyaret edebilirsiniz. Ancak ziyaret saatleri sabah 9.30-11.30 bunu unutmayın. Bu köyde her yıl klasik müzik festivali düzenlenmektedir. Burada öğle yemeği molası verdik. Tabii yemek saatlerini genel olarak kaçırdığımız için yediğimiz şey ancak sandviç olabildi.
Maienfeld
Ernen ile arası 164 km ve yol 3.5 saat sürdü. Direksiyon Bilge’deydi. Bilge sakin kullanır. Hem kullanır hem tatlı tatlı konuşur, hangi şarkı çalarsa çalsın mucizevi bir şekilde türü fark etmeksizin hepsinin sözlerini bilir ve eşlik eder. Böyle keyifli bir şoföre rağmen yolda sıkıldık. 🙂 Dağlara in, çık, virajlar bir sağa bir sola… Bizi yordu. Maienfeld’a vardığımızda hava kararmıştı. Açtık. Yorgunduk. Fakat İnci’nin bulduğu otel en yorgun insanı dinlendirecek cinste bir golf oteldi. Bahçe ve bina muhteşemdi. Sanki bir şatoda kalıyorduk. Yemeğimizi konakladığımız otelde yedik. Güzel bir banyo sonrası derin bir uyku…
4. Gün
Bergün ve Latsch
Maienfeld’in en önemli özelliği Heididorf. Burası Heidi’nin köyü olarak geçiyor. Johanna Spyri, Heidi hikayesinde doğayı odağına alan, romantik bir İsviçre imgesi yaratmıştı. Yazarın romanı kaleme aldığı yer burası olduğu için Maienfeld önemli. Heididorf’a biletle giriyorsunuz ve Heidi’nin evi, samanlık yatağı, keçiler, evde kullandığı ve kitaptan çok iyi bildiğiniz eşyaları, hayvanların bulunduğu ağıl, dedenin marangoz malzemeleri, Heidi için yaptığı tahta iskemle… Her şey kitapla aynı şekilde evde yerini almış. Bugün Heidi günü. Maienfeld’den Bergün’e devam etmek üzere yola çıktık. Bu güzel dağ köyüne gitmemizin sebebi, hemen yanı başındaki Latsch Köyünün ilk Heidi filminin çekildiği yer oluşuydu. 1376 mt ‘ye kurulu bu dağ köyünde, 1952 yılında ilk Heidi filmi çekilmiş. Köyün içinde 800 yıllık bir kilise var ve evler, sokaklar kendisini korumayı çok güzel becermiş. Buraları gezdik ve yemek için yeniden Bergün’e indik. Elbette öğle yemeği saatini kaçırmıştık ve salata, patates kızartması standart öğünümüze devam ettik. 🙂 Yemeğin ardından istikamet Sils Maria.
Sils Köyü
Açıkçası bu köye gitmek istememizdeki en önemli sebep Nietzsche Haus’u görmekti. Sils köyü aynı adlı gölün kıyısına kurulmuş. Nietzsche aslında yaz aylarında bu evin bir odasını kiralarmış. Ama köy bu evle bilinir olmuş. Ev maalesef biz vardığımızda kapanmıştı. Yine de kapıyı çaldık ve içerideki görevliden rica ettik. Üst kata çıkamasak da alt katı görme imkanını bize sundu. Köyü gezdik. Bir çay molası vermek üzere Pensiun Crasta adlı park alanı içinde bir tesis bulduk. Yeşillikler arasına çayımızı içerek yola devam ettik. Akşam konaklayacağımız yer Seehotel Baumgarten’dı.Burası Luzern yakınlarında bir otel.
Stanserhorn
Gece yine karanlık basarken otelimize vardık. Aslında çok ilginç ve kayalara oyulmuş bir yoldu. Buranın da keyfini çok çıkartma fırsatımız olmadı. Gece geç vardık, birer sandviç yedik ve uyuduk. Sabah kahvaltı sonrası ilk yaptığımız iş yağmura rağmen stanserhorn cable’a binmek oldu. Çok sisli ve yağmurlu bir sabahtı. Ama yapacak daha iyi bir işimiz yoktu. Luzern gölünü ve bölgeyi göremesek bile çıkış keyfini deneyimleyelim diyerek, bindik. Sisler arasında büyülü bir çıkışla zirveye vardık. Orada yarım saat kadar vakit geçirdik. Dönüş için yeniden bindiğimizde parlak ve görüş mesafesi nefis bir hava bizi karşıladı. Muhteşem bir çıkış ve muhteşem bir iniş ile İsviçre’ye güle güle dedik.
Son Sözüm;
Heidi’nin köylerine gittik. Çocukluğumuza kadar yani. İnsan doğada huzur buluyor. ”Doğada bulmamızın sebebi, bize aldırmıyor olmasıdır.” demiş Nietzsche. Bu yüzden zaten biz uzun bir süredir büyük şehir gezmeyi bıraktık. Hatta medeniyetin getirdiği konforu en küçülttüğümüz gezilerden biri oldu bu diyebilirim. Öyle ki Törbel’de mesela, gördüğümüz insan sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Ya da Mürren, araba girmeyen bir dağ köyü ne kadar mutlu etti bizi. Şehirde bize verilen rolü oynarken, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü daha çok odağımıza alıyoruz.
Bugün bir kitap aldım. Nietzsche sözlerini Allan Percy yorumlamış. ”Her Güne Bir Nietzsche” demiş kitabın adını. Madem evine kadar da gittik, son sözleri ona ayırmak istiyorum.
”Cennet bir ruh halidir, dünyada veya öldükten sonra bulabileceğimiz bir şey değildir.”
Ruh halimizi cennetteymiş gibi hissettiren mekanlar, insanlar, kitaplar, sevgililer, çocuklar, hayvanlar…Hayatınızda çokça olsun.
İSVİÇRE’DEN…
Bunlarda İlginizi Çekebilir
Öznur cugum yine bir solukta okudum. Kaleminle birlikte sizinle oraları gezdim, Nede güzel yazarmışsın unutma 60 yaşında birlikte tekrar gidecegiz bana sözün var 🙂
Bundan sonraki gezilrin de şehirler başkentleri okuma dileğiyle sevgiler 🙂
Yazar
sen eksik olduğun için yazının tadı da eksik…